Wednesday, May 22, 2013

Filipinler (Manila Palawan Busuanga) Kasım 2010


(İki bölüm halinde yayınlanmış yazının birleştirilmiş halidir)

Bu sene Kurban Bayramı tatilinin 9 güne denk geldiğini öğrenince yaz sonunda Güney Amerika’ya bilet bakmaya başladık. Saatlerce ekran karşısında bilet bakıp şehir adları ve tarihler kafamızın içinde dönerken pes ediyorduk. En sonunda Güney Amerika’ya ucuz bir bilet bulamadık ama Filipinler’e bulduk ve aldık.
Etihad ile Manila 3 kişi 1370 euro.






Filipinler’de nereye gideceğimizi seçmek de çok zor oldu. Bileti aldıktan sonra bir de baktık ki ülke binlerce adadan oluşuyor ve adalar arası ulaşım feribotla 24 saatten fazla sürüyor.






En meşhur adası (ve plajı) Boracay için herkes çok güzel ama çok turistik oldu diye yazmış. Cebu yakınlarındaki Malapascua bir nevi küçük Boracay ama iç hat uçuşundan sonra 4-5 saatlik kara ve yarım saatlik tekne yolculuğundan sonra ulaşılabiliyor.



Elimizdeki PDF formatındaki Lonely Planet’tan (LP), internetten epeyce okuyup, Youtube’dan plajları inceleyip iyicene kafamızı karıştırdıktan sonra en Kuzey’deki Palawan’ın Busuanga Adası’na gitmeye karar verdik, ve biz düşünürken iyice yükselmiş olan iç hat biletlerini de İzmir’deyken aldık (3 kişi RT 200 euro)











İzmir İstanbul arasını uzun süredir ilk kez Atlas Jet ile geçtik. Hizmet kalitesi çok değişmiş. Uçağı yeni, hostesleri güleryüzlü ve kırmızı giysili (üç kuruş fazla olsun, kırmızı olsun), ikramları bol, lezzetli ve doyurucuydu. (Kepek ekmek içinde bol, erimiş kaşarlı sıcak sandviç ve çeşitli içecekler). Ayrıca uçakta ortalıkta bırakılmış bolca kırmızı polar battaniye vardı. Bir tanesini kollesiyonumuza eklemek için almıştık ki, ben dergide battaniyelerin 15 lira karşılığı satıldığını okudum. Hemen Neşe’ye söyledim, geri bıraktık.












Aramızda “Manila kaç saat yol, keşke THY olsaydı bir sürü mil kazanırdık" (bu mil kazanma işini yeni keşfettik de pek hevesliyiz) diye konuşurken İstanbul havaalanında güzel bir sürpriz ile karşılaştık.









Etihad ile THY Star Alliance’da ortakmışlar, üstelik Abu Dabi’ye uçuşumuz THY ile olacakmış (Kırmızı battaniye karması). Döndükten sonra mileri işletmek isteyince Star Alliance'da ortak olmadıklarını öğrendim. Nasıl oluyorsa ortak uçuş yaptıkları için sadece İstanbul-Abu Dhabi uçuşundan mil kazanıyormuşuz. Bunun mil dışındaki bir avantajı da çekin için Etihad gişesinin açılmasını bekleyeceğimiz saati sürekli açık olan THY gişesinden geçerek sevgili Yapı Kredi’nin lounge’unda geçirecek olmamızdı.









Nitekim tüm işlemleri tamamlayıp pasaport kontrolünden geçtiğimizde uçağın kalkışına daha 4.5 saat vardı.









Normalde hep yarım saat, bir saat kaldığımız ve hızlıca içip çıktığımız bu beleş ortamda aynı hızla içsek bu kadar sürede insan alkol komasına girebileceği için nispeten daha yumuşak meyve kokteyllerini tercih edip masaj koltuğunda TV seyrederek vaktimizi geçirdik.









THY uçuşu koltuğumdaki ses sistemimin bozuk olması dışında sorunsuz geçti. İki film ve cızırtılı bir kaç radyo kanalı vardı zaten. Abu Dhabi Havaalanı’na gece yarısından sonra indik. Bu havaalanına daha önce hiç gelmediğim için sleepinginairports sitesinden incelemiştim.









Herkes küçüklüğünden, koltukların uyumaya elverişsizliğinden ve binanın dekorasyonunda kullanılan yeşil-mavi seramiklerin desenlerinden çok şikayet etmiş.









Sabah kadar yeşil deseni görmekten içi bulanıp kusası gelenler olmuş. Birisi yeşil bir vazonun içinde oturmak gibi demiş, ki ben de ortamı görünce kendisine hak verdim.









Havaalanının tek iyi yanı bedava internet olmasıydı.









Uçuşumuz sabah 10’da.

Biniş kartlarımızı aldıktan sonra kolçaklı koltuklarda sabaha kadar uyumaya çalıştık.









Can kolçağın içinden geçebildiğinden rahat uyudu.









Neşe’nin söylediğine göre havaalanında benden başka iki koltuğa kıvrılıp uyuyabilen başka kimse görmemiş.









Beklerken sabaha karşı genç bir Türk’le konuştum.

Bir haftalık turla Bangkok-Pattaya’ya gitmek için 1390 euro vermiş. Bana oralara gidip gitmediğimi sordu.

“Pataya açık genelev gibi” dedim









“Hah, tam bize göre. Zaten biz de bunların kara kaşına kara gözüne gitmiyoruz.” dedi

(Bence bu sözü yanlış oldu)

Sabah 5’te tüm havaalanının içinde bangır bangır ezan okununca uyandım

(Allah için müezzin çok içli okudu.)









Yola çıktığımız gün Abu Dhabi F1 Grand Prix’i yapıldığından havaalanında gerçek bir F1 aracı vardı. İçine girsem bir otursam diye düşündüm ama kokpit o kadar dardı ki sıkışır bir daha çıkamam, millete rezil olurum diye korktum.









Ayrıca kapılara doğru yürürken koridorlara eski F1 arabalarının maketlerini koyup alına da şeffaf birer bir kumbara yerleştirmişler, birileri de buralara renkli diskler atmış, nedir anlayamadım.









Etihad, Emirates’in B klası gibi bir izlenim verdi.









Uçuş Arapça bir dua ile başlıyor.

Eğlence sitemi biraz daha fakir.









Yine de Can için müthiş bir teknoloji.

Zaten Can açısından uzak tatillere gitmenin en güzel yanı ne plajlar, ne yiyecekler; varsa yoksa uçaktaki oyunlar!









Kalkışta Abu Dhabi’yi havadan gördük.









Dubai gibi, bildiğin çöl.









Abu Dhabi-Manila arası 9 saat sürdü. (İstanbul-Abu Dabi arası da 4 saaati geçkin, toplam yol 13.5 saat)

Türkiye’ye göre 6 saat farkıyla gece saat 10:30 da Manila’ya indik.

(Manila ile Manisa'nın kardeş şehir olması hoş olabilir)









Couchsurfing’den kalacak bir ev sahibi bulamadığımızdan şehrin turistik merkezi Malati’ye gitmek için bir taksiye bindik. Havaalanı taksileri daha fazla yazıyormuş ama fazla yazıyor dedikleri 25 km yol için 10 lira. Yürüyüp dışarıdan binsek yarı fiyatıymış, yol yorgunluğu ile çanta taşımak istemedik, kapıdaki taksi durağından bir taksiye bindik, 250 Peso tuttu.









(1 USD=43, 1 Euro=59, 1 Suriye Lirası=1 Peso. Banka ve döviz bürolarında kur değişiyor ama en iyi kur bankadaki)

LP’deki bir iki otele bakıp beğenmedikten sonra Pacific Rainbow adlı otele yerleştik. (1600 peso)









Manila Türkiyeden 6 saat ilerde. JetLag’i atlatmanın en iyi yolu yerel saate uygun uyumak olduğundan hemen yattık ama ben sokaktan gelen gürültülerden uyuyamadım.









Otelin altında bir sürü lokanta ve bar var. Saat 2 ye kadar uğraştıktan sonra kalktım bir uyku ilacı alıp dışarıya çıktım. Sokak gayet hareketliydi.









Dışarıya çıkar çıkmaz bir sürü kadın ve Lady Boy gelip masaj, seyyar satıcılar Viagra teklif etti. Kibarca reddedip otelin karşısındaki restoranda bir bira içip geri döndüm, uyudum.












Sabah kendimizi erken kalkmaya zorlamamıza karşın ancak 10 da kalkabildik.

Busuanga Adası’na uçağımız yarın öğlen olduğundan bugün Manila’yı gezeceğiz. Odada uçaktan artan yiyeceklerle kahvaltı ettikten sonra dışarı çıktık.









Bulunduğumuz Adriatico Caddesi denize paralel uzanıyor. Önce sahile, kordona çıktık.









Deniz pis, yoksul çocuklar yine de denize giriyor, aileleri seyrediyor.









Kıyıda kocaman bir alanı kaplayan beyaz binasıyla lüks balık restoranını andıran Amerikan Konsolosluğu’nun karşısından tekrar içeri girdik.









Rızal parkını gezdik.









Kitapta yazdığına göre sabah erken saatlerde burada tai chi yapıyorlarmış ama elbette bizim o saatte uyanma ihtimalimiz yok.




Yağmur atıştırmaya başlayınca parkın girişindeki kantine girip birer kahve aldık, çok da iyi yapmışız. Yağmur kovadan (bardaktan değil) boşalırcasına indirdi.









Kahve içerken yanımıza oturan yaşlı bir kadın hiç susmadan kendisinin gazeteci olduğunu, haksızlıklarla mücadele ettiğini, oğullarının neler yaptığını vs anlattı.









Biraz dinledim, baktım susacak gibi değil, elimdeki kitaba daldım, o anlatmaya devam etti. Yarım saat sonra yağmur dindi, güneş açtı, her yer kupkuru oldu.









Parkın içinde biraz daha gezdikten sonra vaktimiz kısıtlı olduğundan bir faytona binerek İntramuros denen bölgeye geldik.









Normalde fayton turistik bir atraksiyondur ama burada hala kullanımda olsa gerek.

3 km kadar yol için pazarlıkla 50 peso verdik (1.5 lira)

Faytonlar Türkiye'dekinden daha küçük.









Bu iş en çok Can'ın hoşuna gitti.









Burası kale içi gibi bir yer. Sri Lanka’daki Galle’yi anımsatıyor. Taş döşeli sokaklar da dolaştık.









Casa Manila(Manila Evi) diye bir müze gördük. Eski bir Manila evini restore edip 18. yüzyıl eşyalarıyla döşemişler. Toplam 250 peso (7.5 lira) ödeyip girdik. LP’nin söylediğine göre İmelda Marcos’un fuzuli lüks projelerinden biriymiş, en azından ayakkabılardan daha kalıcı ve yararlı olmuş. Binayı, sömürgeci İspanyollar ilk geldiklerinde Filipinliler bina nasıl yapılır görsünler diye 3 katı da taştan yapmışlar.









Depremlerde bina ağırlığını taşıyamayıp yıkılınca en üst kat burada hep yapıldığı gibi yükü azaltmak için ahşaptan yapılmış. Cam olarak da küçük ahşap çerçevelerin içine inceltilmiş ufak deniz kabukları yerleştirilmiş.









Özelikle binanın havadar mutfağı, mutfağın önünde saksılara dikilmiş lemon grass gibi baharatlar çok hoşumuza gitti, ama içeride fotoğraf çekmek yasak olduğundan çekemedim.









Biletçi kadına “Fotoğraf çekmek neden yasak?” diye sordum

“Flaş eski eşyalara zarar veriyor” dedi

“Eh, flaşsız çekmek ya da video neden yasak o zaman?” diye sordum

“Yasak işte” dedi

Flaşın eski eşyalara (eşyalar da 18. yüzyıldan kalma yatak, çarşaf, lazımlık) nasıl zarar vereceğini de anlamadım.

Sanırım bürokrasi her yerde kendini kural koymak zorunda hissediyor. Yöneticilere kural koymazlarsa sanki otorite boşluğu oluşacakmış gibi geliyor.









İzmir’deki parklara yerleştirilen garip egzersiz aletlerinin başındaki tabelalarda da nasıl kullanılacağı, ne işe yaradığı hakkında hiç bir bilgi yer almazken muhtemelen belediyede bir memurun kısıtlama koymazsak olmaz mantığıyla, bel fıtığı için MR çektirirken görüp aklında kalan ‘Kalp pili olanlar kullanamaz’ ibaresi var.









Her neyse evi gezdikten sonra İntramuros sokaklarında biraz daha gezindik.









Öğlen yemeğini fast foodçu bir Çin restoranında yedik .

Büyük kolalarla birlikte üç menü 10 lira tuttu.









Bu bölgeden ayrılmadan yakındaki tarihi kaleyi de gezmeye karar verdik.

(kişi başı 100 peso, çocuklar yarım ücret).









Kaleyi İspanyollar yapmış, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikalılar da kullanmış.

Parka adını veren Filipin halk kahramanı Rizal de bu kalenin kapısında idam edilmiş. Hücresinden kalenin kapısına gelirken geçtiği yollara pirinçten temsili ayak izlerini yapmışlar.









Can ayak izlerine basarak yürümeye çalıştı, levhalar birbirine çok yakın yerleştirildiğinden zorlandı, neden böyle olduğunu sordu.









“E, adamcağızın acelesi yokmuş” dedim.

Girişin önündeki su dolu hendeklerde nilüferler açmış.









Kale bir burnun ucunda yer aldığından burçların üzerinden güzel bir Manila manzarası var.









Kale güzeldi, iyi ki gezmişiz.

Çıkınca biraz da Çayna town’a gidelim dedik.

Bu sefer sepetli bisiklete bindik.









Yine yaklaşık 3 km yok için bu sefer 100 pesoya anlaştık, üçümüz birden bisikletin yanına bağlanmış ufak sepete sığıştık, çelimsiz çocuk pedallara asıldı.









Kalabalık trafikte ters yönden gidip, yokuşa geldiğinde zorlanınca inip ittiriyordu. Neşe’nin içi parçalandı. Sanırım bütün turistler böyle hissedip suçluluk duygusu ile fazla para veriyorlar. Ben ise Muğla rampalarında kendi döktüğüm terleri bildiğimden çocuğun 3 kilometrelik yolda bizi taşımasını hiç garipsemedim, yorulmadığına da eminim.









China Town’un girişinde eski bir kilisenin önünde indik, içini gezdik.









Yollar ana baba günü, sokakların iki yanında seyyar satıcı tezgahları, kalabalığı yarıp da geçmek çok güç, ama bütün dükkanlar kapalı.









Birisine sebebini sordum. Kurban Bayramı nedeniyle sadece bir gün tatilmiş. (Filipinlerin % 25’i Müslüman olduğundan tatili ona göre ayarlamışlar sanırım)

Annem, döndükten sonra büyük çoğunluğu Hristiyan olan Busuanga Köyü’nün videolarını izlerken :

“Bak küçücük köyde bile ne kadar aydın insanlar, kadınlar hep askılı giymişler” dedi









Kendimizi seyyar satıcılarla dolu sokaklara vurduk, üçe beşe bir sürü Çin malı ıvır zıvır aldık.

Hava kararmasına rağmen kalabalık azalmadı. Ana caddede yürümekte zorlanınca ara sokaklara girdik.









Meyve şeyki içtik. Ben ilk kez gördüğüm Guyabano adlı meyveyi içtim, tropik kokulu ve çok güzeldi.









Kapalı bir pazar yeri bulduk. Önce meyve sebze tezgahları, sonra balık et tavuk,









en arkada da bir kişinin zor geçebileceği koridorlara sahip bir toptan ıvır zıvır dükkanları vardı









Balıkçılarda deniz ürünleri zengindi:

Yengeçler, böceklerin yanı sıra dev bir kalamar parçası gördüm ki, et kalınlığına bakılırsa boyu 2 metreye, halkasının çapı da otomobil tekerine yakın olmalıydı.









Neşe toptancılarda hasır ürünlerine, sepetlere bayıldı ama taşımak zor olacağından alamadık.

Yürüyerek kalabalık sokakların bulunduğu bölgenin dışına çıkıp bir faytonla otele döndük.









İlk sefer faytona verdiğim 50 peso bana bile az gözüktüğünden bu sefer 100 pesoya pazarlık ettim. Faytoncu bizi Adriatico Caddesi’nin başında indirdi.

Bugün Filipinlerin meşhur dolmuşu Jeepney dışındaki tüm toplu taşıma vasıtalarına binmiş olduk.









Otele dönerken Robinson diye bir alışveriş merkezinin önünden geçince tuvalete girmek ve bir göz atmak için içeri girdik.









Dockers mağazasında indirim vardı, kendime 50’şer liraya kışlık bir pantolon ve ayakkabı aldım. Çıkışta Cebu Pasifik havayollarının ofisini görünce Neşe :

“Bir girelim de uçuşta bir değişiklik var mı soralım” dedi

Ben de sırada bekleyen bir kişiyi göstererek çok yorgun olduğumu, (sabahtan beri 10 saatir sokaklardaydık ama Can bir kere yoruldum demedi)









uçak saatinin değiştiğinin nerde görüldüğü, vb. argümanlarla karşı çıktım.

(Elbette bu konu boşuna açılmadı: Perde açıldığında duvarda bir silah varsa, o silah perde kapanmadan patlamalıdır der Oğuz Atay)

Otele döndük, biraz dinlenip sokağın karşısında dün gece bizi sabaha kadar uyutmayan salaş restorana oturduk.









Garson kız menüleri getirdi, ne olduğunu anlayamadığımız yemeklerden birer tane söyledik. Kızarmış noodle, kiremitte cızırdayan bir et (Pork sisig) ile doğranmış başka bir et daha geldi.

Yemekler lezzetliydi. Sonradan öğrendiğimize göre doğranmış olan lezzetli et domuz kulağıymış. Bir de Tapsilog söyledik. Bu da pilavın yanında sahanda yumurta ve bacon ile gelen, normalde kahvaltıda yenen bir şeymiş. 7 ufak San Miguel bira ile hesap 700 peso (21 lira) tuttu. Filipinlerde yaygın olarak 3 bira markası var. San Miguel pale pilsen’in şişesi Efes’in aynısı, tadı da benziyor, ben hep bunu içtim. SM light Tuborg’a benziyor, bir de Red horse diye bir bira var ki ben bunu pek sevmedim.









33’lük biralar bakkalda da, restoranda da hemen hemen aynı fiyata 35 pesoya satılıyor (1 lira). Restoranda her sipariş verdiğinde adisyonu tekrar sana okuyup imza attırıyorlar, herhalde içip içip itiraz eden çok oluyor.

Bu arada garson kız da bir garipti: Büyük göğüsleri olmasına karşın yüzü biraz erkeksiydi, kafamız karıştı.









Hesabı öderken sordum, Lady Boy’um dedi. Sonradan da gördüğümüz gibi bu Lady Boy’luk müessesi buralarda çok yaygın ve sanırım Türkiye’dekinden daha hoşgörü ile karşılanıyor ki pek çok alanda hayatın içinde çalışıyorlar.









Odaya dönünce Neşe ile Can uyudu. Ben de biraz uyumaya çalıştım ama baktım jetlag etkisi geçmemiş, bu sefer erkenden uyku ilacımı içip bir bira daha içmek için tekrar dışarıya çıktım.

Sokakta yine binbir ahlaksız teklif nedeniyle başımı kaldırmadan yürürken önünden geçtiğim bir bardan gelen müzik hoşuma gitti.

Girişin ücretsiz olduğunu öğrenince içeri girip tekin bir yer mi bakayım dedim. Sıcak bir bar ortamı, sahnede kızlı erkekli iyi bir grup, Filipin popu söylüyor.









Sahnenin önünde bir masaya oturdum, bir bira içtim (3 lira) .

Çıkınca baktım uykum hala yok sokaklarda önüme bakarak yürümeye devam ettim. Biraz ilerde müzik gelen başka bir bara girdim. Bu seferki daha da lüks bir yerdi. Kocaman sahne, daha kalabalık bir grup ve dev ekran vardı, İngilizce coverlar söylüyorlardı.









Menüden Twin Towers diye Baileys, kavun, krema falan içeren iyice garip bir kokteyl seçtim. Tadına bakınca pişman oldum ama param boşa gitmesin diye içip bitirdim (5 lira), otele dönüp sızdım.









Barlar çok eğlenceli ortamlardı ama ne yazık ki Manila’da son gecemiz olduğu için Neşe ile bir daha gelemedik. Üstelik sokakların tersine gayet namuslu ortamlardı. Yan masada üç kız olmasına rağmen beni, yani yalnız başına gece dışarı çıkmış bir erkeği taciz etmediler. (Türkiye’de kadınların taciz konusundaki hissiyatını burada pek iyi anladım.)




Sabah bu sefer 9 da uyanabildik. Uçak öğleyin olduğundan etrafta şöyle bir yürüdük. Kahvaltı için ben acılı, yumurtalı, noodle çorbası içtim, Neşe ile Can ananas, papaya yedi.

Adada kur düşük olacağı için 1 hafta boyunca harcamayı planladığımız bütün parayı (toplamda 700 dolar) bir döviz bürosunda bozdurdum.









Cebu Pasific ofisinin önünden geçerken Neşe yine, uçağı bir soralım dedi. Bu sefer biz dinleniktik ama ofis çok kalabalıktı.

Gönlü olsun diye kapıdaki güvenlik görevlisine havaalanına gitmek ne kadar sürer diye sordum.

“1 saat, ayrıca uçuştan 4 saat önce havaalanında olmanız lazım” dedi

“Hıı, hı” deyip yürüdük, otele döndük, çantaları toplayıp bir taksiye bindik.

Trafik çok sıkışık, 500 metre gidip, bir arka sokağa geçip, burnumuzu havaalanı yönüne çevirmemiz 10 dakika sürdü.









Sahil bulvarına çıkınca trafik açıldı, rahatladık ama biraz sonra sahil bulvarı da tıkandı. Karşı şeritten de hiç araç gelmeyince inip baktım, yolu iki taraflı kesmişler. Yolu kesen polise

“Ne oldu ofisır?” diye sordum

“Bomba var da onu imha ediyorlar” diye ilerde yolun ortasındaki hareketliliği işaret etti.









Gerçekten de dikkatli bakınca yolun ortasındaki ufak bir poşeti iple bağlayıp silkeleyerek içindeki çöpleri döktüklerini gördüm. Daha sonra bomba imha kıyafetli görevliler gelip torbayı iyice incelediler, ve güç bela yolu açtılar. Korktuğumuz gibi uçuşa geç kalmadık, hatta 1 saat önce biniş kartımızı aldık.

Umduğumuzdan erken varınca "Kapıya gidip ne yapacağız" dedim, aprona bakan koltuklarda yanmızdaki rambutanları yedik, oyalandık.









Arada anonslar da oluyordu ama ben hiç dinlemiyordum. Uçuşa yarım saat kala kapıya doğru ayaklandık ama tam o sırada adlarımızı anons edip “Last call!” demezler mi. Hepimiz birden bir koşu tutturduk, sırt çantamın yanındaki su şişesi fırladı, durup alamadım. Görevliler kapıyı kapatmak üzereyken nefes nefese vardık. Sadece bizi bekleyen eski bir otobüse bindik, pırpırlı bir uçağa götürdüler, biz binince uçağın kapıları kapandı.









Hiç böyle son çağrıya kalmamıştım ama ne olduğunu da anlamadım. Elimizdeki bilete göre daha uçağın kalkmasına en az yarım saat vardı, biniş kartlarına göre ise uçak 50 dk önce havalanıyordu.









Hostese sordum “Ha, uçuşun saati değişti” dedi









Döndükten sonra gördük ki Neşe’nin bilet alırken verdiği ve pek kullanmadığı mail adresine saat değişikliğini bildiren mailler atmışlar. Cep telefonumuz olmadığındanda muhtemelen aradılarsa da ulaşamamışlar. Busuanga’ya günde bir uçak olduğundan bir dakika daha geç kalsak olabilecekleri (Bakakalırım giden uçağın ardından) düşündüm, şansın yanımızda olduğuna şükrettim.









Pırpırlı uçağa ilk kez bindik, diğerlerinden pek farkı yok, camdan pervane görünüyor. Bir de uçak kalkmadan ben karşı sıradaki boş bir cam kenarına geçmek istedim. Host gelip kaldırdı. Uçak pırpırlı olduğundan ağırlık dengesi özellikle kalkış ve inişte çok hassasmış. Dönüşte Busuanga’da da uçağa binmeden yolcuları tek tek tartarak kaydettiler, kaç kilo aldığımızı öğrenmiş olduk.









Uçuş sırasında hostes en öne geçip bize kapıcı için kapıya asılan ekmek torbası gibi dandik bir çanta gösterdi. Diğer host da yarışma yapacağını anons etti. Sırasıyla pasaportunu, kemerini ve tükenmez kalemini ilk gösteren yolculara bu eşantiyon çantayı hediye ettiler. (Uçak içi analog eğlence sistemi)

Ben daha ne olup bittiğini anlayamadan çantalar gitti.









Uçak tropik adaların üzerinden süzülerek 1 saatte Busuanga’ya indi.

Busanga havaalanı küçücük. Bagaj bandı da yok. Bagajlar kol kuvveti ile taşınıp vernikli ahşap bir bankoya diziliyor.









Çıkışta 10-15 minibüs şehir merkezine ve otellere götürmek için müşteri arıyor. Adanın merkezi olan Coron Town’a yolculuk kişi başı 150 peso, Can’a bedava. Yol 20 dk kadar sürdü. Merkeze gelince önce denizin üzerinde iskeleye yapılmış betonarme Sea Dive’a baktık.









Burası aynı zamanda dalış merkezi ve güzel bir restoranı da var. Odalar 800 pesodan başlıyordu ama beğenmedik. Neşe çantaların başında beklerken ben köy merkezini dolaştım (Nüfus 2000) Köyün içinde Princess of Coron adlı otele baktım, inşaat vardı. Sahibi yaşlı Avusturyalı’ya bu inşaat devam edecek mi diye sordum. “Yaah” dedi. Başka sorum yok dedim, dönüp gidiyordum ama sonra meraktan fiyatını sordum 2200 peso imiş. Darayunan diye bir otel okumuştum, onu sorayım dedim aklımda Kabanoyan kalmış(Cebenoyan’dan mülhem olsa gerek) Kimse anlamayınca isimde bir iki değişiklik yaparak oteli buldum. Main Highway’in (köyün ana caddesinin adı bu) yanında motor gürültüsü içindeki betonarme odaya 1500 dedi.

En sonunda havaalanından broşürünü alıp beğendiğimiz, ancak köyün biraz dışında olan Kokossnuss’a gitmeye karar verdik.









Bir Tricycle çevirdim. Burada ulaşımın tek yolu bu sepetli motorlar.









Hepsi tek tip sepet taşıyan 125 lik Kawasaki’ler. Biraz sıkışarak ön koltuğa iki, arkaya 3-4 şöförün arkasına da bir kişiden şöförle birlikte 8 kişiyi taşıyabiliyor ama yokuşlarda 3 kişiyle bile çok zorlanıyor, bazen inmek gerekiyor.









İndi-bindi kişi başı 10 peso. Can’a bazen 5 alıyorlar, bazen hiç.

Kokosnuss geniş, yemyeşil ve cennet gibi bir bahçe etrafına sıralanmış bungalowlardan oluşuyor.









Fiyatları odanın kalitesine göre 400 ile 1850 peso arasında. Biz klima TV si olmayan en lüks odayı beğendik. 1500 peso (45 lira).









Odada mobilyalar ve yer döşemesi dahil her şey hasır ve bambudan yapılmış. Duvarlar bile hasır









Allah’tan yandaki odaya sadece iki gece komşu geldi. İlk gelen Filipinliler gecenin ikisinde hala muhabbete devam edince sessiz olun diye bağırdım, biraz sakinleştiler ama hala düşük sesle konuşmaya devam ettiler. Bir süre sonra tekrar bağıracaktım ki Neşe sinirli bir şekilde Türkçe ve alçak sesle “Dur ben şöyle konuşayım da bıdır bıdır konuşmak nasıl yan odaya geçiyormuş duysunlar” deyince sustular.









Odanın arkasında geniş, aydınlık ve çiçek bahçesi şeklinde bir banyosu var. Çiçekler duş suları ile sulanıyor.









Deniz kabuklarından aynası, çatallı dallardan balkon demirleriyle havalı çok güzel bir oda.









Ayrıca otelin girişinde bir kaç masadan oluşan sıcak ortamlı güzel bir restoran da mevcut.









Odaya yerleştikten sonra merkeze gidip ertesi gün için tur baktık.

Coron Town’ın merkezinde denize girilebilecek bir plaj yok.









Karşıdaki adalara tekne turu ile gitmek gerekiyor. En yakındaki Coron Adası’na ulaşmak tekne ile 20 dakika sürüyor. (bizim bulunduğumuz adanın adı Busuanga, ancak merkezinin adı da Coron Town)









Tekneler Endonezya’daki gibi iki yanında denge çubukları olan basit kayıklar.









Gördüğümüz bir iki acenteye sorduk, yer yokmuş. Merkezin en mostralık yerinde yer alan kulübedeki Dolores’e gittik. Dolores 45 yaşlarında bir kadın. Sinirli tavırları, renkli taytı ve şapkasıyla hiç gözüm tutmadı ama yanında çalışan genç bir çocuk kibar kibar turunu anlatıp Can’a ücret almamayı da kabul edince kişi başı 650 pesoya anlaştık.(20 lira)









Coron turunda 5-6 ayrı noktaya gidiliyor bunlardan biri de bizim daha İzmir’deyken Youtube’dan izleyip vurulduğumuz Kayangan Gölü.









Turu ayarladıktan sonra köyün merkezini dolaştık. Central Market diye bir kapalı pazar yeri var. Sebze, meyve, balık ve ıvır zıvır satılıyor.









Arkasında denizin doldurulması ile elde edilmiş geniş bir düzlük.









Okul çıkışı gençler hep burada takılıyorlar.









Sahilde oturduk, güneşin batışını, turdan gelen tekneleri seyrettik. Can bir dondurma yedi (5 peso).









Dondurmanın içinde Endonezya’daki gibi pirinç taneleri (pilav) vardı.

Güneş batarken günübirlik tur tekneleri iskeleye yanaşmaya başladılar.









Dönen teknelere günübirlik tekne kiralama fiyatını sordum, yemekle birlikte 3000 peso imiş (100 lira)









Hava kararınca otele döndük.









Akşam yemeğini otelin restoranında yemeye karar verdik. Adada yemek fiyatları Manila’ya göre biraz daha yüksek. Ana yemeklerin fiyatları 7-10 lira arasında. Pirzola, fried noodles ve patates kızartmasından oluşan yemeğe biralarla birlikte 1300 peso verdik. (40 lira)









Yemek çok geç geldiğinden bir daha otelde yememeye karar verdik.

Gece rahat uyuduk, sivrisinekler vardı ama cibinliği geçemediler.









Sabah 8’de hesapta bizi tur için otelden alacaklardı. 15 dk bekleyip gelen giden olmayınca kendimiz trike ile (Tricyclea kısaca böyle diyorlar) merkeze gittik. Manila’lı bir çift ile Koreli iki kız tur arkadaşlarımız.









Teknenin ortasında karşılıklı iki banka 3’er kişi oturuluyor.









Can da buz kabının üzerinde kendine yer buldu. Herkse can yeleği dağıttılar.









Ben bunu yolculuğun tehlikeli olduğuna yordum, ama öyle değilmiş. Bunlar yüzmek içinmiş. Çok ilginç bir şekilde Filipinli’ler yüzme bilmiyorlar. Gördüklerimizin yüzde doksanı can yeleği ile yüzüyordu, ona da yüzmek denirse.









Ayrıca kadınlar bikininin üzerine elbise giyip öyle yüzüyorlar. Bir kadın bikinisinin üzerine file şeklinde bir elbise giymiş yüzüyordu.









Neşe’ye bu taassuptan mı böyle giyinmiş, daha seksi olayım diye mi diye sordum.

"Bence taassuptan" dedi.









Yüzme konusunu da dayanamayıp teknedeki Filipinli kıza sordum:

“Ülkeniz neredeyse tamamen denizin ortasında adalardan oluşurken nasıl oluyor da hiç kimse yüzme bilmiyor?” dedim









“Biz Manila’danız” dedi, sanki Manila dağ başındaymış gibi.









İlk olarak Coron Adası’nın Kuzey ucundaki Twin Lagoon’a gittik. Denizin adanın içerlerine kıvrılıp oluşturduğu bir lagunun dibinde 2 metre genişliğinde 50 santim yüksekliğinde bir delikten kayaların arkasındaki başka bir laguna geçiliyor.









Dimdik yükselen kayaların ortasındaki bu laguna hayran kaldık. Bizim tekne arkadaşları can yelekleriyle çok gerilerde kaldığından lagunun ortasındaki ahşap iskeleye çıkıp sessizliğin tadını çıkarttık.









Karşı kıyıda bir ev ve önünden çıkan dumana bakılırsa burada yaşayan insanlar vardı. Bulunduğumuz yerden burası yüksek dağlarla çevrili kapalı bir göl gibi görünüyordu, çok etkilendik.









Daha sonra eve doğru yüzünce buranın da denize açıldığını görüp hayal kırıklığına uğradık.









Aslında evi tekneden de görmüştük ama deniz lagunun içinde o kadar sakindi ki burayı başka bir yer sandık.

Bizim Bornova'daki evle bu evi değişsek diye konuştuk.









Burada bir saat kadar geçirdikten sonra adanın köşesini dönüp öğlen yemeğini yiyeceğimiz plaja geldik.









Buradaki yan yana iki plajı denizin ortasındaki büyük bir kaya ayırıyor. Plajlarda turistlerin yemek yemesi için bambudan maslara ve gölgelikler yapılmış.









Giriş için de, plajı temizleyip bakımını yapanlara ödenen bir ücret var ama bu tur ücretine dahil.









Plajlar hep çok bakımlı, hiç çöp yok.









Tekneci iki çocuk kıyıda ateş yakıp iki tane büyük palamutu (kingfish) pişirdiler.









Denizden topladıkları üzüme benzer salkımları olan yosunların saplarını ayıklayıp salata niyetine sofraya koydular.









Balık piştikten sonra ateşe bir tencere oturtup koca bir tencere pilav kaynattılar. Kaynattılar diyorum çünkü burada pilav steam rice denen şekilde suya pirinci atıp başka bir şey eklemeden haşlayarak yapılıyor ve ekmek yerine tüketiliyor. Tabi pilav pişene kadar balıklar buz gibi oldu.









Ayrıca bir tencere de yengeç kaynattılar.









Yengeçler bizim Dalyan'dakilere benziyordu.









İçecek olarak sadece su ve Hindistan cevizi olduğundan ben kıyıya yaklaşırken gördüğüm, yandaki koydaki büfeye gidip litrelik bir bira aldım (100 peso=3 lira).









Büfeye denizin içinden yürüyerek gittim geldim ama arkada iki koyu bağlayan bir patika da varmış.









Yemekler fena değildi ama balığın içi temizlenmeden pişirilmişti. Allah'tan yiyecek çoktu da karnına yaklaşmadan doyduk.









Yemekten sonra yüzme, plajda yayılma derken 3 saat geçti.









Baktım bizim tekneci gençlerde bir hareketlenme yok, teknenin burnuna uzanmış uyuyorlar. Uyandırıp, “Göle gitmeyecek miyiz?” dedim.

“Tur programında göl yok” dediler.









“Nasıl olmaz, bize var dendi” diye celallendim.

Diğer turistlere sordum, onlar da “Bize de göl var dendi” demekle birlikte bu konuda bir şey yapmaya niyetli de görünmediler. Ben gayet ısrarla ve sertçe turu satarken Kayangan Gölü’ne gidileceği söylendiğinden mutlaka gideceğimizi, kararlılığımı vurgulamak için yumruğumu küt küt tekneye vurarak ifade ettim, hiçbir şey demediler. Toparlandık, tekneye doluştuk.









Neşe “Ne oldu?” diye sordu

Ben de gururla “Gidiyoruz tabi göle , bunlar ne biçim koyun gibi insanlar, hiç itiraz etmiyorlar” dedim.









Epeydir gelmediğimden bu Uzakdoğu memleketlerinde benim yaptığım gibi Ortadoğu usulü bağırıp çağırarak, yumruğunu masaya vurarak elbette bir sonuç elde edilemeyeceğini, olsa olsa kendini onların gözünde rezil edeceğini unutmuştum.









Biraz gidip denizin ortasında durup bir şamandıraya bağlandık.

“Ee, ne oldu?” dedim

“Burada mercanlar var” dediler

Daldık epeyce balık ve mercan vardı. Dipten biraz kabuk topladım.

Yola devam ettik, küçük bir adanın açığında durduk.









Burada da bir batık varmış. Bu bölgenin dalış merkezi olmasında 2. Dünya Savaşından kalma batıkların etkisi büyük. Savaş sırasında büyük bir Japon filosu bu adaların arasına kaçıp saklanmış. Kendilerini güvende hissederken yerlerini tespit eden bir Amerikan uçak gemisi 20 den fazla gemiyi aynı gün batırmış. Bu batıkların 10-15 tanesinin yeri belirlenmiş ve bunlara dalış turları yapılıyor. Dalış merkezlerinde bütün batıkların fotoğrafları, özellikleri açıklanıyor. Gelmeden önce ben de burada bir dalış kursuna katılıp PADI açık deniz sertifikası alsam diye aklımdan geçiriyordum, ama sordum kurs 400 dolarmış. Burada dalış merkezlerinin otelleri de var, genelde 3 gece lüks otelde konaklama, kurs ve 5-6 yemekli dalış turu paket halinde 15-20 bin pesoya satılıyor.









Bizim şimdi geldiğimiz Skeleton batığı bunların içinde şnorkelle dalınabilenlerden biri. Dalınabiliyor dediysem batık 10 metrede falan yatıyor. Burnu yukarı doğru olsa gerek ki su yüzeyinden bile seçiliyor ama daha derine dalmak benim becerebildiğim bir şey değil.









(Filipinlilerin % 90’ının yüzemediğinden bahsetmiştim. Kalan %10 adalı gençlerden oluşuyor ve bunlar şnorkelle çok acayip derinlere dalıp ve uzun süre dipte kalabiliyorlar)









Batığa da daldıktan sonra çocuklara

“Göl’e gideceğiz değil mi?” diye sordum

Yine cevap vermediler. Manila’lı kıza sordurdum.

“Göle giriş için yeterli paraları yokmuş, acenteci çocuk sadece plajlara giriş parasını vermiş” dedi

“Parayı biz verelim” dedim

“Benzinleri yetmezmiş, ilk baştan gitmemiz lazımmış” dedi









Çaresiz Coron Town’a döndük.

Teknedekilere “Ben şikayetçi olacağım , siz de katılacak mısınız?” diye sordum

Hepsi olacaklarını söylediler. Tekneden inince hep beraber ofise gittik. Ben grubun sözcüsü ve cazgırı olarak bize turu satarken Kayangan Gölü’nü gidilecek yerler arasında saydıklarını fakat götürülmediğimizi söyledim. Oğlan saymadık dedi, Dolores’e telefon edip çağırdı, o da gelip bir sürü laf söyleyince Neşe ile Can’ı otele gönderip, turistlere “Siz burada durun ben polis çağırıp geleyim” dedim.









Yürüyerek köyün polis merkezine gittim. Belden yukarısı çıplak bir polis memuru kendine sütlü kahve hazırlıyordu. Şikayetimi söyleyince kahve sigara keyfinin bölünmesine canı sıkıldı ama üniformasını giydi, içerden bir A4 kağıt getirip bana adımı soyadımı, mesleğimi, adresimi ve şikayetimi yazmamı söyledi.






(Deskin üzerindeki yazı: Vatandaşlar şikayet için turistlere sırasını versin)
Oturup Filipin makamlarına dilekçemi hızlıca yazdım. Daha sonra memur dilekçemi okudu, el yazımı sökemediği yerlerin üzerinden beraber geçtik. En sonunda içerdeki başka bir arkadaşını çağırdı. Arkadaşı kalktı, giyindi, kemerini silahını kuşandı, kapının önündeki lüks Japon kamyonetine bindik (köyde böyle bir araç olabileceğini ummazdım), 300 metre ilerdeki acenteye gittik. Polis memuru bizi ve mor taytlı Dolores’i dinledi. Dolores çok öfkeli görünüyor ve sürekli konuşuyordu.









Onunla aralarında bir süre tartıştılar, en sonunda memur bana dönüp

“Ne istiyorsun?” diye sordu.

Ben de en azından bize gideceğimiz vaat edilen Kayangan Gölü’nün giriş ücreti olan kişi başı 200’er pesonun geri ödenmesini istedim.

Dolores çıldırdı, “Asla vermem “ dedi

Polis şeyler söyledi, çocuk getirip bana 500 peso verdi ve bir alındı makbuzu yazdırdı. “Diğerlerininki ne olacak?” dedim

Onlar

“Biz para istemiyoruz, ama bu başkalarının da başına gelmesin “dediler.

Benim de de esas olarak isteğim para değil turistlerden nefret eden bu paragöz kadından intikam almaktı ki, bunun en iyi yolunun da paramı geri almak olduğunu biliyordum.









Göle gitmek bizim için önemiydi zira merkezde sadece iki gün geçirdikten sonra Ocamocam Beach adlı elektriği suyu olmayan ıssız plaja gidip kalmayı planlamıştık. Merkezden yapılan ve birer gün süren iki çeşit tur var. Biri bizim yaptığımız, gölü de içeren Coron Adası turu, diğeri daha uzak ve pahalı olan Banana Adası ve Malacapuya Plajı’nı içeren tur. Ben bir önceki gece, internetten videolarını gördüğüm Kayangan Gölü’nü yarın göreceğim diye sevinçle uyumuştum. Bu durumda ya aynı turu bir kez daha yapacak ve Banana Adası’ndan vazgeçecek, ya da Kayangan’ı görmeden dönecektik.









Parayı geri adıktan sonra böyle gönülsüz verilmiş bir paranın bana hayır getirmeyeceğini düşünerek paranın tamamını beni otele götüren motosikletçiye verdim. Adam normalde 10 peso olması gereken yola verdiğim 500 pesoyu derhal cebe indirip teşekkür bile etmeden U dönüşü yapıp merkeze döndü, haydan gelen huya gitti.

Neşe ile konuşup iki gün üst üste aynı turu yapmaktansa önce Ocamocam’a gidip dönüşte bir gün erken dönüp göle gitmeye karar verdik.












Devamı haftaya burada













Gönderen
ssbb



zaman:
Cuma, Aralık 17, 2010





17
yorum:

FKH



dedi ki...

biraz meşakkatli başlasa da gittikçe güzelleşen bir gezi olmuş. daha ilk bölümü bile ne kadar güzel geçtiğinin kanıtı.. ben şu yemek ve alkol fiyatları konusuna takıldım baya. biliyordum ucuz olduğunu; lakin bu kadar da ucuz olacağını tahmin etmemiştim. birinci ağızdan duymak iyi geldi, umut verdi :) ayrıca otel ve ulaşım da bunu desteklemekte.. deniz ve kum buradan gördüğüm kadarıyla muhteşem. o tarihlerde denze girmek sanırım iyi gelmiştir :) bakalım ikinci bölümde neler olacak. merakla bekliyoruz efendim..

Cuma, Aralık 17, 2010 6:00:00 PM Kiyiya Vuranlar
dedi ki...

Ne guzel ailece geziyorsunuz ve fotograflariniz ne kadar mutlu.Ben de gezi yazilarinizi keyif alarak okuyorum.

Cuma, Aralık 17, 2010 8:53:00 PM Mavi Balon
dedi ki...

Bu sefer bu gezinizi okurken Sarelle eşlik etti bana... Birde şu paraları kur hesabı bozdurup bişiler yapıyorsunuz hiç basmaz benim kafam..

Cumartesi, Aralık 18, 2010 1:29:00 AM




Manal`dan
dedi ki...

Bora;Nese ;Can ;; meraba!!! gecen hafta ikinizi camdam gordum ama cikamadim ;telefondaydim.Manal`dayim beklerim; sevgiler. ahmet

Cumartesi, Aralık 18, 2010 12:16:00 PM
zeynep
dedi ki...

merhaba bora bey. uzun süredir yolculuklarınızı takip ediyorum. ve tek kelimeyle bayılıyorum. ama eşim ev kuşu biri olarak hiç gezmeye gitmek istemiyor. ve ben de tek başıma gitmek istemiyorum. geçen gün onu kandırdım. ve emiratesin tokyo indiriminden faydalanarak sömestre için uçak bileti rezervasyonu yaptırdım. ancak şimdi şöyle bir soru aklıma takıldı. transit vize? uaedeki lacivert pasaporta uygulanan transit vize le ilgili bilgilerinizi paylaşabilir misiniz? örneğin havaalanından çıkmasak transit vize gerekir mi? ya da havaalanından çıkmak istesek havaalanından mı transit vize alıcaz? ücreti ne kadar olur vs. size ve ailenize iyi gezmeler diliyorum ve hiç bilmediğim yerleri bana öğrettiğiniz için teşekkür ediyorum. çünkü internette okuduğum çoğu blog sahipleri avrupaya gidiyor.baydı artık avrupa:)) zeynep

Cumartesi, Aralık 18, 2010 12:42:00 PM ssbb dedi ki...

Dubai'de havaalanı dışına çıkmak isterseniz sanırım kişi başı 50 dolar civarında bir para ödeyip vize almanız gerekiyor. Bildiğim kadarıyla 12 saatten fazla bekleyecek yolcular için transit vize daha kolay veriliyor. Bu konuda en sağlıklı bilgiyi Emirates ofisinden alabilirsiniz. Vize konusunda da yardımcı olurlar. Dubai havaalanı için Mauritius yazısına göz atabilirsiniz.

Cumartesi, Aralık 18, 2010 1:12:00 PM Löplöpcü dedi ki...

Atlasjetin kırmızı battaniyesi 15 TL olduğu için kolleksyona girememiş ama THY'nin camgöbeği battaniyeleri girmiş :) Dolares'i polise şikayet etmenize ve polisin sizi tatmin etmesine bayıldım. Neticede sadece hakkınızı aramışsınız ama bir çok kişi bunu yapmıyor, ondan sonrada Türkiye'ye dönünce senin yüzünden oldu diye arkadaşıyla tartışıyor. Bu sene sırf sizin yazınızın gazına gelip, Tanzanya'ya gittik, bu yazının gazıyla da umarım Filipinler'e gideriz.

Cumartesi, Aralık 18, 2010 3:56:00 PM Tijen
dedi ki...

Bora abi ben de sizin hayranınızım. Ne güzel geziyorsunuz. Kitap yazdığınızda ilk ben alıp imzalatıcam ona göre.

Cumartesi, Aralık 18, 2010 6:09:00 PM


Adsız
dedi ki...

Merhaba Bora bey, her iki blogunuzu uzun zamandir takip ediyorum bircoklari gibi..epeydir sesiniz cikmayinca, seyahatta odugunuza yormustum bu sessizligi :) lakin muhteem bir yaziyla geri dondunuz..devamini bekliyoruz..

Cumartesi, Aralık 18, 2010 8:17:00 PM cenk
dedi ki...

Üstad; Ellerine sağlık, güzel bir gezi yazısı olmuş. Ortadoğu ve özellikle Türk genlerinden dolayı , dünyanın bahşişini bırakırız, 10 peso luk ücrete senin yaptığın gibi 500 peso veririz ama kesinlikle aleni bir şekilde kazıklanmayı bünyemiz kabullenemez. Cazgırlık ve hır çıkartma doğamızda var. Benzer bir olay , başıma Sri Lanka Colombo'da, denyo tabiatlı bir tuktukçunun , normal ücretin 5 katını istemesiyle başıma geldi. Adamlar, koyun gibi turistlere o derece alışmışlarki diğer arkadaşlarıyla birlikte bir anda çevremizi sardılar. Bizden gördükleri tepkiyle , şaşırıp doğru yolu buldular. Tek başınayken neysede, eşin ve çocuğunla birlikteyken en kısa zamanda avrupa normlarına dönmen dileğiyle.

Cumartesi, Aralık 18, 2010 11:33:00 PM




alimerginoglu
dedi ki...

Sevgili Bora! Harika bir gezi olmus. Nese, Can ve senin ayagina saglik! Yazi da her zamanki gibi bol hicivli ve keyifli... Agzina saglik! Sen daha once bakmissindir eminim ama Gulf Air ve Qatar Airways bazen cok hesapli ucuyor G.Dogu Asya'ya. Aklinda bulunsun' Gulf Air Istanbul ofis muduru Ayhan Gul cok sevdigim bir insandir ve gezginlere hep yardimci olur. Yazinin devamini heyecanla bekliyorum. www.alimrachel.blogspot.com

Pazartesi, Aralık 20, 2010 2:40:00 PM Çağlar
dedi ki... Gezi sırasında gönderdiğin bazı fotoları önceden görme ayrıcalığına sahip olduğum için güzel bir yazının geleceğini tahmin ediyordum. Devamını şimdiden merak ediyorum.

Çağlar http://caglar.ca

Salı, Aralık 21, 2010 9:14:00 AM
levent
dedi ki...

Benim bildiğim Bora her yerde uyuyabilir. Gürültüden uyuyamadığına beni inandırman zor:)) Dolares'ten paranı almana sevindim:))

Salı, Aralık 21, 2010 2:00:00 PM
Cerushe
dedi ki...

Sonunda beklenen yazı geldi:) Yazınızı büyük bir keyif ile okuduk. 2 hafta sonra bizde yola çıkıyoruz. Önce Bali sonrasında Filipinler. Bizi cesaretlendiren yazılarınız için çoook teşekkürler...

Çarşamba, Aralık 22, 2010 4:22:00 AM




öc
dedi ki...

Merhaba biraz mesakatli bir yolculuk olmus fakat sonu iyi bitmis ben simdi manila"dayim bu ikinci gelisim iyi biriyle tanisip evlendim:) burada yasamak cok cok ucuz gercekten heryonuyle gezmeye gorulmeye deger bir yer bugun sahil tarafina indim muaazzam bir kalabalik vardi bizim deyimimizle karinca yuvasi gibiydi tatil severlere tavsiye ediyorum buraya gelmeyi sizin araciliginizla tesekkurler

Pazar, Aralık 26, 2010 5:02:00 PM




Dadaist
dedi ki...

Yazılarınızı okudukça zaten sevdiğim gezme eylemi konusunda daha da gaza geliyorum, gittiğim en egzortik yer UMMAN'dı, şimdi filipinleri çok merak ettim, bir gezi partneri bulup hemen gidicem.. sanırım oralar kadınlar için daha güvenli yerle.. yazının devamını ben mi göremedim? Neşe hanım ve Can'la hep gezdiğiniz, çok mutlu olduğunuz, hiç kazıklanmadığınız süper bir yıl dilerim...

Cuma, Aralık 31, 2010 12:52:00 PM
Hakan Güven
dedi ki...

Ahlaksız teklif kısımları yüzünden Tayland'ı gezi listesinden çıkarmıştık en azından büyük bölümünü.Filipinlerin bu konuda az olmadığını biliyordum ama anlaşılan epeyce fazla.Yinede sakin yerler vardır daha faza diye umuyorum yazdığını yerler gibi. CEbu Pacific'in uçağı ATR72,şirin bir uçaktır.Merak etmeyin pervaneler aslında jet motoruna sahip yani motorları iyidir :)Doğal olarka küçüktür am sonraki uçuşlarınızda benzer uçaklara denk gelirseniz önyargı ile bakmayın hepsi nihayetinde yolcu uçağıdır ve güvenlidir. Bu arada 2 haftayı geçtik , artık seneye yazacaksınzı herhalde (berbat espridir ama 2010'un son mesajını sanırım ben yazmış olacağım!), devamını merakla bekliyoruz. saygılar

Cuma, Aralık 31, 2010 4:53:00 PM




FİLİPİNLER II








Çıkan kısmın özeti:


Filipinlerde Busuanga adlı ücra adaya geldik. Şimdi de adanın iyice ücra bir köşesine gitmeyi planlıyoruz.





Akşam yemeği için Merkezdeki Sea Dive’ın denizin üzerindeki restoranına gittik. Burası bence köyün en güzel restoranı, yanında yine iskele üzerinde bir başka lüks restoran daha var ama menüsü daha ziyade batı yemeklerinden oluşuyor ve ortam burası kadar sıcak değil.  


 Ayrıca bu restoranın köşesinde ücretsiz internet de var (boş yakalayabilirsen) Ben Lapu lapu adlı balıktan yedim. Tava yapılmış olarak üzeri ekşi-tatlı soslu geldi. Gerçekten de buralarda balığa çok eziyet ediyorlar. 

 

 Neşe pirzola, Can da kalamar tava yedi. Bira içmekten sıkıldığımızdan şarap söyledik. Restoranda sadece bir şişe -o da nereden geldiyse, Kaliforniya şarabı varmış, litrelik şişesi 600 peso (20 lira), onu açtırdık. Bütün yemek 1480 peso tuttu.

 

 Otele döndükten sonra tam yatacaktık ki dışarıdan çok güzel bir şarkı duyuldu. Tek gitarla Tracy Chapman havasında bir kadın söylüyordu. Ben önce kayıttan çalıyor sandım, ama arada takılınca canlı olduğunu anladım, kalkıp dışarı çıktım. Bahçede genişçe bir grup oturmuş, gitar çalıp içiyorlardı. Yanlarına gidip tanıştım, masalarına davet edip, içki ikram ettiler. Manila’dan 2-3 günlüğüne gelmişler, bir süpermarketin pazarlama bölümünde çalışıyorlarmış.

 

 Beraber biraz çalıp söyledik. Bana ikram ettikleri Brandy, Yunanlıların Metaxa’sının neredeyse aynısıydı. Adını sordum, “Gran’ma” dediler. Aslında Grand Matador’muş da kısaca öyle deniyormuş. Litrelik şişesi 2 dolarmış (Dönerken 5 şişe aldım).

 

 Can da yanımıza geldi, ona oyunlu bir cep telefonu ve çikolata verdiler.


Epeyce sohbet ettik, ben merak ettiklerimi sordum. “Burada nasıl herkes şıkır şıkır İngilizce konuşuyor?” diye sordum Okulda İngilizce eğitimi küçük yaştan başlıyormuş ve çok iyiymiş. “İsimleriniz neden İngilizce ya da İspanyolca?” diye sordum “Burada büyük Amerikan hayranlığı var, ayrıca bu kültür yerleşmiş artık içimize” dediler. “Horozlar niçin 24 saat ötüyorlar?” diye sordum “Biz de bilmiyoruz, Manila’dakiler sadece sabahları ötüyorlar” dediler


 

 Onlar da Türkiye hakkında epeyce sordular, anlattım. Yarın sabah Ocamocam diye ıssız bir yere gideceğimizi söyleyince hepsi heyecanlandı, bir dahaki gelişlerinde gitmek için adını not ettiler. Sabah erkenden kalkıp yürüyerek merkeze gittim.


Ocamocam’ın sitesinde yazdığına göre köy dolmuşlarının kalktığı yerden New Busuanga dolmuşuna (jeepney) binecekmişiz. 


 

 Yol Google Earth’ten ölçtüğüm kadarıyla 60-70 km.


Köy dolmuşlarının bulunduğu meydan epeyce hareketliydi. Aradığım dolmuşun duracağı yeri gösterdiler, ama daha gelmemişti. Adı Layson’muş (Her jeepneyin adı var, alnında yazıyor). Bu jeepneyler uzatılmış Willys’e benziyor ama bence özel olarak bu iş için üretilmişler. Öne 2-3 , arkaya karşılıklı iki sıra halinde 15-20 kişi biniyor. Ayrıca İsuzu kamyonlardan yapılmış köy dolmuşları da vardı.


 

 Yerlerde tavuklar, domuzlar bağırıyor, köylüler dolmuştaki yerlerini garantiye almak için ya çantalarını içeriye bırakıyor, ya da bizzat oturup bekliyorlardı. Layson’un ne zaman geleceğini kimse bilmiyordu, “Köyün içinde dolaşıyordur, gelir” dediler.

 

 Ocamocam Beach Avustralyalı bir adama aitmiş, ama işin başında durmuyormuş. İnternet forumlarında söylendiğine göre içki satsa parasını alamayacağını düşündüğünden internet sitesine isteyen içeceğini getirsin diye yazmış. İçecek derken içme suyunuzu da getirin diye eklemiş. Bungalowlarda konaklama 400 peso (15 lira) . Balıkçılardan balık alıp mutfakta pişirmek ya da pişirtmek mümkünmüş, pilav da bulunuyormuş. 

 

 Pazar yerindeki bir bakkaldan strafor buzluk aldım, köyün buzcusu olan Müslüman bakkaldan 10 tane buz paketi alıp içine yerleştirdim. (Önce bayramlaştık) Bakkal 1 litrelik naylon torbalara su doldurup, ağzını bağlayıp, derin dondurucuda dondurarak, tanesini 3 pesoya (10 kuruş) satıyor. 

 

 Buzluğu bakkalda bırakıp otele dönerken bir kuyruk dikkatimi çekti. Bu ufacık köyde ne için kuyruğa girilebilir diye merak edip yanlarına seyirttim. Loto kuponu yatırma kuyruğuymuş. İnsanoğlu dünyanın her yerinde aynı! 

Çantalarımızı toplayıp otelde çalışan kızlarla vedalaştık, döneceğimiz gün odamızı ayırın dedik, trisaykılla meydana geldik. Bizim dolmuş daha gelmemişti. Neşe meydana bakan bir lokantaya (Garaj lokantası) oturdu. Ben gidip bira, kola vs alıp buzluğu doldurdum, salata yapmak için lahana, soğan, domates aldım. Bu arada bizim dolmuş gelmiş, çantaları yukarıya verdik, bağladılar, Neşe ile Can da içine girip yer tuttular. Jeepney’in ortasına kadar çimento torbası yüklendiğinden oturacak yer azdı. Ben bir tur daha atıp geldim, ki Neşe kötü haberi verdi. Arabada beklerken karşısında oturan, elleri ekmek torbalarıyla dolu genç bir çocuk, “Ocamocama mı gidiyorsunuz, ben de orada çalışıyorum” demiş. Neşe de Allah’tan akıl edip “Yol kaç saat sürüyor acaba?” diye sormuş Yol 5 saat sürüyormuş! Üstelik bu sadece New Busuanga’ya kadarmış, daha sonra motosikletle yarım saat daha gitmemiz gerekiyormuş. “Dönüş nasıl oluyor?” diye sormayı da ben akıl ettim Dolmuş gece yarısı New Busuanga’dan çıkıp sabah 5’te Coron Town’a varıyormuş! Duyduklarıma inanamadım, şöförü bulup


“Abi, kaçta varırız?”diye sordum Şişman şöför “Akşamüstü 4-5 gibi varırız” dedi.


Saat daha sabahın 10’uydu.


 

 Şimdi; ben sabretmeyi, tevekkülü, hoşgörmeyi mecburi hizmetim sırasında Anadolu'nun köy dolmuşlarında öğrendim. İlçeden köyüme olan 20 kilometrelik yolu aşabilmek için külüstür dolmuşun içinde, sıcakta 2,5 saat geçirip, bütün ilçeyi defalarca dolaşıp, tam yola koyulmuşken, yolda el kaldırıp "Dur bekleyeko, giyinip geleyim" diyen işçileri dakikalarca bekleyerek çıldırma raddesine varmışken, diğer köylülerin olaya nasıl da sakin yaklaştıklarını görünce içimde bir hoşgörü pınarı şırıldamaya başlamış, aniden sakinleşmiştim.

 

 Ben de yol arkadaşım diğer köylüler gibi dikkatimi varmaktan ziyade yolculuğumuzun keyfini çıkartmaya verip, kitabımı açıp okumuştum. Ancak herşeye rağmen kısa tatilimizde bütün günümüzü çimento tozu yutarak bu amortisörsüz cipte, toprak yollarda, domuzlar ve tavuklarla geçirmek olacak iş değildi. Kısa bir duraksamadan sonra “Hadi iniyoruz” dedim. Çantaları çözdürüp indirttik.

 

 Oğlan çok üzüldü, “Ama çok güzel bir yer, gelseydiniz” dedi “Bir haftalığına gitsek olabilirdi ama biz zaten iki günlüğüne gidiyorduk” dedim. Neşe lokantada beklerken ben sırasıyla aldığım buzluğu, içecekleri ve buzları geri verdim. Buzları yazık olmasın diye geri götürmüştüm, ama din kardeşim illa da onların parası olan 1 lirayı geri verdi. (Sebzeleri iade etmeyi unuttum. Domateslerle sandviç yapıp kahvaltı ettik, lahana ile soğanları da İzmir’e geldiğimiz gün dolap boş olduğundan kavurup yedik. Daha önce Uzakdoğu’dan tropik meve, taze kişniş, sarımsak falan taşımıştım ama lahana, soğan ilk oldu) Tekrar otele döndük, odamıza yerleştik. Kızlar bizi görünce şaşırdılar, odayı temizlediler. Hemen birer çay yapıp geniş geniş kahvaltı ettik. 

 

 Sabahtan beri tozlu köy meydanında güneşin altında beklemekten canımız çıkmıştı. Gideceğimiz yerin bilinmezliği de stres yaratıyordu. Bu iptal kararı bizi gevşetti, çok mutlu olduk. 3-4 saat hamaklara serildik kitap okuduk, Can havuza girdi.

 

 Neşe’ye “Galiba tatil yapmayı öğreniyorum, eskiden olsa ben o yolu giderdim” dedim O da sevinçle onayladı. Artık Kokossnuss’tan ayrılamamaya, buradan çevre turları yapmaya karar verdik, ve hayatımızda ilk defa aynı otelde 6 gün üst üste kaldık.

 

 Daha önceki rekorumuz üç gece idi.


Çanta toplamadan tatil yapmak Neşe’nin en büyük hayali, bu nedenle şehir değişsin ama oda değişmesin diye hep gemi turlarına bakıyor. Her tatilde günaşırı çanta topluyor.


Öyle de güzel topluyor ki ben hiç karışmıyorum, ancak çanta toplama yeteneğim körelecek diye endişelenmiyor da değilim.


 

 Öğleden sonra yatmaktan sıkılınca köy merkezindeki atraksiyonlardan, köyün tepesine Rio’daki İsa heykeli havasında yapılmış haça tırmanıp sonra da kaplıcalarda yıkanmaya karar verdik.

 

 Dün geceki Filipinlilerin anlattığına göre dağa 702 basamakla tırmanılıyormuş, manzara çok güzelmiş, sonra da kaplıcada çok güzel yorgunluk atılıyormuş. Önce merkezdeki halk tipi lokantada yemek yedik.

 

 Bu lokantalarda çeşitli tencere yemekleri oluyor ve ben çok seviyorum, ama Neşe nedense sevmiyor. Ben sulu bir kereviz yemeği yedim, ilaç gibi geldi. Neşe de et kavurma yedi. İki pilav ve kolalarla toplam 180 tuttu (5lira) 

 

 Yoldan bir motor çevirdim, önce dağa (Mount Tapias) sonra kaplıcaya gitmek istediğimizi, bizi oralarda bekleyip geri getirmek için ne kadar istediğini sordum. 400 peso dedi, 300’e anlaştık. Dağın hizasını geçince “Önce Mount Tapias’a gidiyoruz değil mi?”dedim Motorcu çocuk baş salladı. Bir bakkalın önünde durup benzin aldık. 

 

 Köyün dış mahallelerinden geçip, bozuk toprak yollarda böbrek taşlarımızı düşürdükten sonra oğlan bizi kaplıcanın kapısına getirip kontağı kapattı, ”Buyurun” dedi. 

 

 Elimi alnıma vurdum, tekrar tane tane hem İngilizce hem işaret diliyle anlattım:

 

 Önce Mount Tapias’a çıkacağız, fotoğraf çekeceğiz (bu arada ışık gidiyordu), terleyeceğiz, sonra buraya gelip yıkanacağız.

 

 Oğlan hiç itiraz etmedi, “Sorry” dedi, döndük, geldiğimiz yoldan geri dönüp 20 dakika daha toprak yolda sarsıldıktan sonra Mount Tapias otele geldik. Beni gülmek tuttu. İnsan anlamayabilir ama buralarda anlamadım demek ayıp bir şey olsa gerek ki herkes her şeyi anlamış gibi davranıyor, gülümsüyor, ama sonuç sıfır. Oğlan yine hiç bozmadı, tekrar “Sorry” dedi, döndük dağa gittik, meğerse merdivenlerin başlangıcı merkezden yürüyerek gidilebilecek mesafedeymiş.

 

 Bizim gibi düşünenleri bekleyen 15-20 trisaykılın arasından geçerek basamakları tırmanmaya başladık. Can ile ben hiç zorlanmadık, Neşe sonlara doğru biraz yavaşladı.

 

 Yolda dökülüp geri dönen şişmanlar da çoktu. Neşe’yi beklerken en üstteki basmaklara diğerlerinin yaptığı gibi taşla adımızı yazdık.

 

 Yukarıdaki manzara adalar koylarla Bozburun’u andırıyordu. 

 

 Fotoğraflar çektik, etrafı seyrettik, sonra tekrar 700 basamağı inip hava kararırken motorumuza bindik. 

 

 20 dakikalık takırtılı yolu 3, defa katettikten sonra kaplıcaya vardık. (Giriş kişi başı 100 peso) Mayolarımız üzerimizde olduğundan hemen açık hava havuzlarına atladık.

 

 Su 40 derece civarındaydı, gerçekten iyi geldi. Biz bu saatte kimse olmaz diye düşünüyorduk ama çok kalabalıktı. Genelde yerliler vardı.

 

 Havuzlarda da yarım saat geçirdikten sonra son bir kez daha çukurlu orman yolunu katedip merkeze geldik. Motorcu oğlana o kadar yolu gidip geldiğinden acıdım, 400 peso verdim. Merkezde bizim oteldeki Filipinlilerin tavsiye ettiği Risa’nın acentesine gittik. (Bistro Coron’un karşısında) Risa güleryüzlü, işini severek yapan, çalışkan bir kız. 

 

İlk gün de buraya gelmiştik ama yer yoktu. Yarın için tekrar Coron turuna gitmek üzere anlaştık (kişi başı 750 peso, Can bedava) Bu sefer göle gideceğimizden iyice emin olmak için tekrar tekrar sordum, hatta gidilecek noktaları yazdırdım. Otele döndüğümüzde yanımızdaki odaya Amerikalı bir adamla Filipinli ‘nişanlısı’nın yerleştiğini gördük. Bill süzme bir Amerikalıydı: Düzgün, çok samimi ama aynı oranda mesafeli. Ayrıca sürekli bağırarak, konuşuyor, ve Filipinli kadıncağızı her ayrıntıyı ayrı ayrı anlatarak canından bezdiriyordu.

 

 Mesela Bill diyor ki: “Fotoğraf makinesini tişörtün üzerine koydun. Eğer bunu unutur da tişörtü almak için aniden çekersen makine yere düşecek kırılacak, bu makineleri tamir etmek zordur, hele burada hiç tamir olmaz, o yüzden dikkat et önce makineyi al, sonra tişörtü çek” Kadın dinlemediğinden (aslında gerçekten karı koca gibiydiler) “Hı?” diyor, Bill hiç üşenmeden aynı cümleyi yüksek sesle tekrar kuruyor (biz de dinliyoruz) Bill bize gelip tekne turu için fikir danıştı, Riza’nın kartını verdik. Hemen fırladı gitti, yarınki tura rezervasyon yaptırdı. Akşam yemeğini merkezdeki Japon restoranında yedik. Bu seferki garson Lady boy biraz sakallıydı. Kalamar ve sebzeli tempura ile domburi söyledik. Domburinin ne olduğunu bildiğimizden değil, menüdeki resimlere bakarak seçtik. Resimlerde domburinin yanında beyaz bir rulo vardı, Neşe pilav dedi, ben havlu dedim, elbezi çıktı.

 

 Pilav çanağın dibindeymiş. Yemek ve kalamar güzeldi, sebzelerde iş yoktu. 6 şişe bira ile birlikte 700 peso hesap verdik. Odaya yürüyerek dönerken viskinin yanına çikolata alayım dedim, bakkalda sadece tanesi 1 peso olan altın para şeklinde pralinli çikolatalardan vardı. Mecburen 5 tane aldım, çocukluğumu hatırladım.  

 Sabah 8:30 da gideceğimiz tur için yan odadaki Amerikalı Bill 7 de uyandı, büyük telaş yaptı, nişanlısı Famiy’e eziyet etti. Biz de rahvan rahvan kalkıp kahvaltımızı ettikten sonra merkeze gittik. Turda biz Bill'lerden başka Manila’lı mühendis bir çift de var. Bu sefer ilk önce geçen sefer içimizde kalan Kayangan Gölüne gittik. Denizden ufak bir sırtla ayrılan volkanik göle merdivenlerle tırmanılarak çıkılıp iniliyor.

 

 Gölün kıyısına bir iskele yapmışlar, bütün can yelekli Filipinliler orada yüzüyor ve şamata yapıyor. (Bu bölgede pek az yabancı turist var, genelde iç turizm canlı denebilir) 

 




 Bizim turdaki Filipinli’lerle Bill de can yeleğiyle girdi (yüzme bilmiyormuş) Biz gölün ilerlerine doğru yarım saat açıldık. Gürültücü kalabalıktan uzaklaşıp köşeyi dönünce çok güzel bir yere geldik.


 

 Su tatlı olmasına karşın içinde ufak zargana benzeri balıklar yüzüyor. Gölün kıyılarında dip çepeçevre volkanik dikitlerle dolu, her biri ayrı birer minyatür La Sagrada Familia kilisesine benziyor. 

 

 Buraya yakın Barracuda adında bir göl daha varmış. Bizim tura dahil olmamasına rağmen Riza giriş ücreti olan 100’er pesoyu ödersek oraya da gidebileceğimizi söylemişti. (sonradan LP’de okuduğuma göre iki gölün girişi tek biletle oluyormuş) Biz de baştan gidelim diye düşünmüştük ama Kayangan’da geçirdiğimiz bir saat bize yetti, yola devam ettik. İkiz Lagunu ve diğer mercan spotlarını ziyaret ettikten sonra öğlen yemeği için yine aynı kumsala yanaştık. 

 

 Bugün hava daha sakin olduğundan deniz dalgasızdı. 

 

 Bir saat kadar yüzdük, yandaki ıssız koylara geçtik. Issız koylardaki sessizlik ve görkemli tabiat insanı büyülüyor, ürkütüyor. Yemekte 6 kişi için 2 kilo ızgara balık, sebze ile doldurulup ızgara edilmiş iki büyük kalamar, 

 

 Neşe’nin isteğiyle 1 kilo ızgara tavuk, salata, pilav, meyve ve gazlı içecekler vardı. Pilav ve salatayı Riza akşamdan yapmış, bu sefer tepsilerle Coron'dan getirdik. 

 

 Gayet lezzetli ve doyurucuydu. Tekneye binerken iki büyük torba sandviç ekmeği almışlardı ama bunlar sadece balıkları beslemek içinmiş, sofraya bir tanesini bile getirmediler. Gün boyu her durduğumuz yerde bol bol balıkları besledik, ufalanan francalalara deli gibi üşüşmelerini seyrettik. 

 

 Ekmek niyetine sofraya konan iki koca tepsi pilavın dörtte birini biz turistler yerken kalanını tekneci iki genç yedi. (Tekneciler biz yemeğimizi bitirip kalktıktan sonra kalanları yiyorlar, ama o kadar bol yemek var ki onlar bile bitiremiyor)

 

 Filipinlerde pek şişman insan yok. Bu ekmek yerine pirinç yemelerine bağlı olabileceği gibi tatlı kültürlerinin olmaması da olabilir. Tatlı niyetine fırınlarda satılan uyduruk pastalar ve pralinli çikolatalar dışında bir şey görmedim. Yandaki masaya büyük bir grup turist geldi. Kıyıya kocaman bir servis masası kurdular, üzerinde özellikle deniz mahsulleri açısından yok yok!

 

 O kadar ki hiç bir yerde satıldığını görmediğim mercanların arasında dolaşan sarı kuyruklu süs balıklarını bile ızgara yapıp koydular.

 

 Masanın başındaki adama bu hangi tur şirketi diye sordum, otele ait özel bir turmuş. Yemekten sonra biraz yayıldık, ben hafiften kestirdim, kalktığımda bir de baktım, bütün ahali tekneye binmiş gitmeye hazır bizi bekliyor. Turda deneyimli olduğumdan tekneye gidip “Daha burada duralım, bundan sonraki duraklar hep denizin ortasında derin yerlerde, sizin için en güzel yüzülecek yer burası dediysem de Bill olanca aculluğu ile gitmekte ısrar etti. 

 

 Neşe yüzerek öbür koya gittiğinden ortalıkta yoktu. Bill, gidelim yoldan tekneye alırız bile dedi ama ben ne taraf gittiğini bilmiyoruz diyerek itiraz ettim. En sonunda dediğime gelerek tekneden indiler, biraz daha denize girdiler, balık beslediler. Yarım saat sonra Neşe gelince tekrar tekneye doluştuk, denizin ortasındaki bir mercan kayalığındaki son moladan sonra hep beraber Baraküda Gölüne gitmeye karar verdik. Tekneci bizi bir kıyıya yanaştırdı, yine bir tepeyi aştık, Kayangana benzeyen bir göle geldik. 

 

 Kayangan buradan daha güzeldi, burası pek yeşil değil hep kayalık. Biraz daha yüzdük, Can iskeleden atlama talimleri yaptı. Neşe gidelim diye ısrar ederken son ters atlayışında kafasını iskeleye çarptı, ağlamaya başladı. Bir şey olmadı ama biz çok üzüldük.

 

 Yaşı itibarıyle Can'ı zaptetmek kolay değil.

 

 Küçük kedi yavruları gibi sürekli atlıyor, zıplıyor, koşuyor.

 

 Akşamüstü köyün iskelesine dönüşte Riza bizi bekliyordu. Turdan çok memnun kaldığımızdan hemen ertesi gün için Banana Island turu yapmak istediğimizi söyledik. Bu turu en az 4 kişiyle yapıyormuş ve kişi başı 1200 pesoymuş. Manila’lı mühendis çiftin de aynı turu yapmayı istediğini söyledi, beraber yapmaya karar verdik. O sırada Bill de atlayıp biz de gelelim dedi. Tur 6 kişi olunca kişi başı fiyat değişmediği gibi Bill ile bir gün daha geçirmek bize zul geldiğinden biz hemen vazgeçtik.

 

 Akşamüstü ofisine uğradığımda Bill’in hemen gelip tur parasını ödediğini öğrendim. Üst üste olmasın biz bir sonraki gün gidelim dedim. "Müşteri bulursak olur tabi" dedi. “Kara yolu ile giilen plaj yok mu burada?” diye sordum Cabo Beach diye bir yer varmış. Yarın da oraya gidelim dedik. Akşam önce çarşıdaki mangalcıda şiş yedik. 

Aynı bizim Diyarbakır’daki sokak kebapçıları gibi burada da sokakta mangal yakıp dumanlı dumanlı şiş pişiriyorlar.  

 Şiş çeşitleri içinde en güzeli elbette ortaklar usulü et olanlar. Bunun dışında kokoreç, domuz kulağı (pek yağlıydı, yiyemedim) , tavuk ayağı ve kafası var. Can ile tavuk ayağını yedik, kıtır kıtır kemikli bir şey ama gagalı magalı soslanmış kafayı görünce içim bulandı. (Şişin tanesi 25 kuruş) 

 
 Üstüne bir de travuk grillcisinde oturup birer parça tavuk yiyip yürüyerek odaya döndük. 
 

 Otelin önüne gelince Neşe Can’a “Biz daha yürüyeceğiz, bizimle yürümek mi istersin, ödevini yapmak mı?” diye sordu Can da elbette yürümektense ödevi tercih etti. O otelin restoranında ödevini yaparken biz de (benim muhalefet şerhime karşın) arka taraftan süzülerek odaya gittik. Neşe bu numarayı iki daha sonra kez daha tekrarladı. Bana kalırsa bir çocuğa zorla ödev yaptırmak anlamsız ama okul işlerine o baktığından karışmadım. 

 

 Oteldeki komşularımızdan birine hamakta kitap okurken yanaşıp Banana Adası Turuna gitmek isteyip istemediklerini sordum, hemen atladı, burada pineklemekten iyidir dedi. Adı Rick’miş, Hollandalıymış, Filipinli kız arkadaşıyla beraber dördümüz bir sonraki gün tura gitmeye karar verdik. Köyün içinde dolaşmaya çıkıp otelin hemen yakınındaki sağlık merkezine girdim. girişteki karşılama deskinin içinde hayatından bezmiş görünen kel bir doktor vardı.

 

 Zaten işi başından aşkın olduğundan kendisini rahatsız etmeden kapıda steril numune kabı paketleyen hemşireye kendimi tanıttım, sağlık sistemi hakkında biraz bilgi aldım.

 

 Hayatından bezmiş görünen doktor bu adanın ve havalinin tek doktoruymuş. Bundan sonraki ilk doktor Puerto Princessa'daymış (tekne ile 14 saat). Doktorun maaşı 500 dolar civarındaymış. İlaçlar ve muayene ücretsizmiş ama film çektirmen gerekirse gidip eczaneden 1 dolar verip film alman gerekiyormuş. Sabah erken kalkıp biraz kırlık alanlarda koştum, iyi oldu, çok hamlamıştım.


Daha sonra kıyı yolundan merkeze geldim.  


 Kahvaltılık muz keki, kurabiye çeşitleri alıp otele döndüm. Çay demleyip bahçede güzel bir kahvaltı ettik. Türkan Saylan’ı bitirdim, Eralp Akkoyunlu’nun Deniz Çingenesi adlı kitabına başladım. Türkan Saylan'ın tıbbiye anıları kendi okul günlerimi gözümde canlandırdı.


Yeni başladığım kitap ise beni mest etti. Amerikada yaşayan bir Türk Profesörün kendine tekne yapmaya karar verip, bunu gerçekleştirmek için gerekli parayı kombinezon hesaplarıyla Las Vegas’ta Black Jack’ten kazanıp sonra da ürettiği tekne ile dünya turu yapmasının hikayesi.  


 Abinin zekası beni çok etkiledi, zeki insanın en zor durumda bile çözüm üretme yeteneğini düşünürken aklıma güzel bir fikir geldi (hamak etkisi) Can buralarda İngilizce konuşmaya çok heves ediyor, biz de öğrensin istiyoruz ama bunu nasıl yapacağımız hakkında bir fikrimiz yok.

 

 Hamakta kitabı okuyup bu konuları düşünürken aklıma Live Mocha sitesi geldi. Evde kendi kendine bu siteye girerek hem bilgisayarla oynama hevesini giderir, hem de İngilizce öğrenir dedim. (Nitekim dönüşte bu fikrimi uygulamaya koydum, şimdilik işe yarıyor gibi) Öğleyin bir motor çevirip Cabo Plajına gitmek orda bizi bekleyip geri getirmek üzere pazarlık edip 300 pesoya anlaştık. Merkezden buz ve içecek aldım. Yaklaşık yarım saatlik yolculuktan sonra vasat bir plaja geldik.

 
 Denizde iş yoktu ama kıyıdaki oturma yerleri güzeldi.  
 Biraz yüzdükten sonra kıyıda güneşlendik, kitap okuduk, bira içtik .
 
 Piknik yapan ailelerle sosyalleştik, onlara THY fındığı verdik, çok sevindiler. Bizim motorcu çocuk da uyudu.  

 Akşamüstü toparlandık, oraları temizleyen çocuklara 20 şer peso giriş parası ödedikten sonra dönüşe geçtik. (Bu çocuklar tam vahşi gibi davranıyorlardı)

 

 Gelirken çok bozuk yollardan geçtiğimizden motorcu Dom piknik yapanlardan öğrendiği yeni ve daha kestirme bir yoldan dönmeye karar verdi, fakat bu yolda da dik yokuşlar varmış Ben motor giderken atlayıp sonra koşup binerek epeyce atraksiyon yaptım. Bazı yerlerde hepimizin inip yürümesi gerekti, ormanın içinde yürümek çok güzel oldu.
 

 Can’ın terliği ayağını vurduğundan dönüşte çarşıya girip bir terlik aldık. Köye artık iyice uyum sağladık, çarşı pazarı, esnafı tanıyor, ne nerede bulunur biliyoruz. Otele dönünce Rick’in odasına uğradım. Kapıyı odada TV seyreden Filipinli kız açtı. (Rick Kokossnuss’un TV’li, klimalı, betonarme en lüks odalarında kalıyor. ) Gelince bana uğramasını söyledim. Biraz sonra geldi, tekne turu için ücreti vermemiz gerektiğini söyledim. Kız arkadaşı rahatsız olduğundan gelemeyecekmiş. “O zaman 3 kişi olacağımızdan kişi başı 1200 yerine 1600’er peso vermemiz gerekecek” dedim. Kabul edip verdi.

 






 Otele yeni gelen yeni evli havasındaki Manila’lı bir çifte tura adam aradığımızdan bahsettim. Bana sanki hanutçuymuşum gibi şüphe ile yaklaştılar. Riza’nın kartını verip isterlerse akşam oradan kayıt yaptırmalarını söyledim. Akşam yemeği için bu kez Neşe’nin isteği ile LP’nin tavsiye ettiği Bistro Coron’a gittik. Şnitzel gibi yemekler vardı. Yemek sırasında Can boş bardağını devirdi bardak kırıldı, kimse gelip ilgilenmedi. Can kendi kendine epey çalışıp özür dilerim demeyi öğrendi, hesabı getiren garsona cümlesini söyledi. Garson biz Can’la şakalaşmasını falan beklerken daha önce görmediği kırık bardağı özürden sonra farkedince “Oww, bunu hesaba eklemeliyim” dedi. 

 

 “İyi ekle de gel o zaman” dedim Hesabı geri getirdiğinde bir de baktım 900 pesoluk hesap 1020 olmuş, dandirik bir bardak için neredeyse bir şnitzel parası yazmış. İtiraz ettim, patronla konuşun dedi. Patrona gidip çocukların kazayla kırdığı bardaktan para alındığını ilk defa gördüğümü, hadi alınsa bile bu ucuz memlekette bir bardağın asla 120 peso etmeyeceğini, bizim memlekette bardaklar çok daha pahalı olduğu halde böyle bir olay olduğunda değil parasını istemek, içeceği yenilediklerini söyledim. Kadın gayet suratsız bir şekilde “Bardakların burada bulunmadığını, Manila’dan getirttiğini, kırılan bardakların parasını almazsa hiç bardak kalmayacağını” söyledi. Epeyce söylenerek istediği parayı verdim. Bu olay olmasa ben zaten 100 peso bahşiş bırakacaktım ama olay canımı sıktı. Daha sonra bizim oteldeki garson kızlara çocukların kırdıkları bardakların parasını alıp almadıklarını sordum. 20 tane kırarsa alırız, ama bir iki taneye elbette almıyoruz” dediler.

 

 Bütün gece yağmur yağdı ama uyandığımızda kesilmişti. Sabah kahvaltı ederken yeni evli çift ellerinde kahve fincanları ile gelip nasıl biz de gelebilecek miyiz tura dediler. Onu siz bileceksiniz , akşamdan kaydolmanız gerekiyordu deyip Riza’nın kartındaki numarayı aramalarını söyledim. Panik içinde odalarına gidip aradılar ama bu saatten sonra sizin için fazladan yiyecek ayarlayamam demiş, kabul etmemiş. Saat 8’de Rick ile Riza’nın ofisinde buluştuk, tekneye bindik. Banana Adasına ulaşmak net 1.5 saat sürüyor.

 

 Rick efendiden bir oğlan. Eindhoven’de forklift operatörüymüş, bekarmış. Odada kalan kız arkadaşı ile geçen seneki Filipinler tatilinde Manila’da tanışmış, bu sene de birlikte takılıyorlarmış, kıza para vermiyormuş ama masraflarını çekiyormuş.


Kızdan çok hoşnutsuzdu. “Salak kafam” diyordu, zira kız hiç muhabbet etmiyor, Manila’daki evinde TV olmadığından bütün gün odada TV seyredip, cep telefonundan mesaj yazıyormuş. Ayrıca Rick’in onun için aldığı bikiniyi giymemek için de bin dereden su getiriyormuş.  


 “Baş başa kalınca değil ama dışarıda çok mutaassıp takılıyorlar” diye dert yandı Rick yana yakıla. Kızdan çoktan sıtkı sıyrılmış da Manila’ya giden bütün uçaklar dolu olduğundan kurtulamıyormuş. Üç gün sonraya bilet bulmuş, Manila’ya dönüp kızı orada bırakacakmış.


Ben de bu adam niye bütün gün otelin bahçesinde hamakta kitap okuyor diye düşünüyordum. (Berlusconi’nin ipliğini pazara çıkartan bir kitap okuyordu)  


 Saat 10 gibi Banana Adasına yanaştık. Biz adayı ıssız zannediyorduk ama 8-10 tane bungalow ve kıyıda temizlik yapan dede torun bir aile vardı. Gençler kıyıya vuran yosunları tek tek toplayıp plajda açtıkları çukurlara gömüyorlardı.

 

Dede’ye bungalowları sordum, geceliği 400 peso (12 lira) imiş, yiyecek bir şeyler ve elektrik de (jeneratör?) varmış. Burayı son günde keşfettiğimize üzüldük. Bilsek, Ocamocam yerine baştan buraya gelirdik, sonuçta ıssız kumsal her yerde aynı.

 


Ada çok güzeldi, ben hemen gözüme kestirdiğim her adaya yaptığım gibi etrafında bir tur yüzdüm, 45 dk sürdü. Denizin dibi çepeçevre görkemliydi. Çeşitli tropik balıkların yanında Filipinler’de deniz dibinde en çok renkli deniz kabuklarına hayran oldum.
 
Bu kabukların bazıları 50 santime kadar büyüyor ve dalgalı ağızlarından dışarıya rengarenk organellerini çıkartıyorlar.  
Bunlar o kadar canlı ve güzel desenlere sahip ki… Kimisi kahverengi üzerine beyaz puantiyeli, kimisi nefis bir turkuaz üzerine ince desenli, kimsinin kenarlarında lacivert biyeler var.

 
Adanın tam arkasından geçerken 2-3 cm boyunda iki ufak sarı balığın (Digitürk Balığı) her durup etrafı incelediğim yerde mevcut olduğunu görüp bunlar aynı balıklar olmasın dedim. Biraz dikkatli bakınca bu iki kardeşin beni baba yerine koyup takip ettiklerini fark ettim.
 
Yüzerken göğsümün altında benimle aynı süratte eşlik edip, durunca da önümde bekliyorlardı. Adanın yarı çevresini beraber döndükten sonra başlangıç noktasına gelince kıyıdaki Can ve Neşe’ye seslenip ailemizin yeni üyeleriyle tanıştırdım. Onlar geldikten sonra bile ufalıklar yanımdan ayrılmadı. Öğle yemeğine kadar kıyıda yayıldık, kabuk topladık, ıssız adanın en büyük meşgalesi olan kabukları kuma sürterek parlatma işiyle uğraştık.  
Öğlen yemeği yine insanı mahçup edecek kadar zengindi:  
Sadece üçümüz için kocaman bir balık, bir kilo tavuk but ızgara, 20 den fazla haşlanmış yengeç, ekşili patlıcan közlemesi, muz ve koca bir karpuz vardı (İki tepsi pilavdan bahsetmiyorum artık.Yeni evliler gelse de yemek fazla gelirdi). 
 
Ben pilava hiç dokunmadan daha çok yengeçlerin üzerinde çalıştım. Rick yengeç yemeyi bilmiyormuş, (daha doğrusu ayıklamayı bilmiyor, hep kıza ayıklatıyormuş) ben öğretiverdim, biraz yedi.
 
Yemekten sonra bir saat daha oyalandık. Adanın tepesine çıkan bir patika görünce ailecek ormanın içine daldık, sivrisineklerin saldırısına uğrayınca paldır küldür geri indik.  
Saat 2 gibi karşı adadaki Malacapuya Plajına geçmek üzere adadan ayrıldık. Yolda bir sürü zıplayan ton balığı gördük.  
Burası da oldukça güzel bir plajdı.
 
1 saat kadar yüzdük, bir torba ekmeği balıklara yedirdik.  
Denizdeyken yağmur çiselemeye başladı. Kıyıya çıkıp plajın arka tarafındaki başka bir plaja geçtik.
 
Geri döndüğümüzde yine Rick ve mürettebatın tekneye binmiş hazır kıta bizi beklediklerini görünce  
Rick’e gidip “Abicim naapcaz otele dönüp de, yağmurlu mağmurlu takılalım burada biraz daha, belki hava açar” dedim. Teknecilere de 4 te yola çıksak uyar mı diye sordum (hava 6 gibi kararıyor) . Pek tepki vermediler, olur anlamında anladım. Tekrar kıyıya çıktık, yağmur altında Can ile koşmaca oynadık.
 

Saat dörde doğru rüzgar şiddetini arttırdı, tekneciler bir anda koşturup oturduğumuz bankları örten tenteyi kaldırıp sardılar. Havanın düzelmeyeceği de ufuktaki karanlık bulutlardan iyice belli olduğundan biz de en sonunda tekneye bindik.

 
Yola çıkmadan çocuklardan biri kocaman ekmek naylonunu Can’a verdi, panço gibi giydirdik, ağzının önüne ufak bir delik açtı. Teknenin tentesini hızımızı kesmesin diye sardıklarından Can dışında üçümüz ve (iki tekneci) gittikçe şiddetlenen yağmura karşı tamamen savunmasızdık. Adadan ayrılırken kabaran denizi görünce herkesin (aslında Rick ve Neşe’nin, Can hem kuru kaldı, hem de konuyla pek ilgilenmedi, torbadan akan suları içmeye çalışarak oyalandı ) neşesi kaçtı.
 
 Ben teknecilerin vurdumduymaz tavırlarına ve yağmur altında sigara içme çabalarına bakarak pek endişelenecek bir şey olmadığına (olsa da yapacak bir şey olmadığına) hükmedip şakalarla falan ( Sulu Denizi gerçekten suluymuş gibi sulu şakalar) gerginlikleri almaya çalıştım, ama şaka şaka nereye kadar, kaç saat!
 
 Gittikçe şiddetlenen yağmur ile ters çarptığımız dalgaların serpintisi bir yandan, güneşin kaybolması ile şiddetlenen rüzgarın üşütmesi bir yandan ben de bu bir buçuk saat nasıl geçecek diye düşünmekten kendimi alamadım. Bir buçuk saat sonra hala Coron Adasının rüzgaraltına girememiş, dalgalı denizde, ceviz kabuğu kadar kanoda bir aşağı bir yukarı sallanıyorduk.
 
 Neşe ve ben ısınmak için can yeleklerini giymişken, Rick de kocaman havlusunu tepesine kadar çekmiş titriyor ve arada kafayı çıkartıp endişeli gözlerle denizi süzüyordu. Bir ara göz göze geldik, "Bak geçen gün ‘Ne olsa bahçedeki hamakta pineklemekten iyidir’ diyordun" diye hatırlattım. “Yaa, ya, hamak iyiymiş meğerse” dedi Coron rüzgarı kesince deniz sakinleşti ama yağmur yol boyu bir dakika bile kesilmedi


( Bu nedenle odaya dönünce çektiğim aşağıdaki foto dışında elimizde bu unutulmaz ıslak yolculuğumuzun hiç fotoğrafı yok).

 
 İlk bir buçuk saat neyse de, son yarım saat çok üşüdük, dakikalar geçmek, köyün ışıkları yaklaşmak bilmedi. Hava iyice karardıktan sonra köyün iskelesine yanaşabildik. Riza elinde şemsiye bizi kıyıda bekliyordu, sanki kendi kabahatiymiş gibi çok özür diledi. Ben adadan dönüşe geçerken bir ara hava iyice patlar da gece buralarda kalır, yarın sabahki Manila uçağını , dolayısı ile silsile halinde aynı gün akşamki Abu Dabi ve ertesi sabahki Istanbul uçaklarını kaçırırsak halimiz nic’olur diye düşünmüştüm.
 
 Sırılsıklam bir şekilde titreyerek bir motora atladık, sıcak duş hayali ile otele geldik. Yolda benim aklıma bizim odadaki sıcak su musluğunun akmadığı geldi. Herhalde vanasını açmadık diye düşündüm. Yine de otele girince kızlara “Bizim odada sıcak su yok” dedim 
 

 Onlar da “Evet sadece beton lüks bungalowlarda var” dediler. Altı gündür hiç sıcak su ile duş almak gerekmediğinden bu konuyu atlamışız. O kadar üşümüştük ki soğuk su da bize sıcak gibi geldi, üstüne elimizdeki bütün kalın giysileri üst üste giyinip otelin restoranına gittik. Sabah bizimle gelemeyen yani evli Filipinli çift şort ve askılı tişörtlerle yemek yiyorlardı. Fish Siniang diye yerel bir yemek söyledim, Allah’tan sebzeli bol baharatlı balık haşlaması çıktı. 

 
 Koca bir tencereyle getirdiler, içtikçe ısındık kendimize gelip üzerimizdekileri çıkartabildik, hasta olmaktan kurtulduk. 

 

 Bu arada hava durumundan bahsetmek gerekirse Filipinlerde bulunduğumuz süre yağışlı sezonun son günleri olmasına karşın (Burada yaz kış değil ıslak ve kuru sezon var. Mayıs- Kasım arası ıslak sezonda hava çok sıcak, bunaltıcı ve kasırgalı oluyormuş) bir ilk gün Manila’da , bir de son gün denizde yağmur yağdı. Hava tam limonata kıvamında bunaltmayacak kadar sıcak, genelde parçalı bulutlu ve 27-30 C civarındaydı. 

 

 Yemekten sonra odaya çekilip kitap okuduk. Eralp Akkoyunlu’nun kitabını bitirdim. Eralp Abi elleriyle yapıp, dünyayı dolaşıp, evladı gibi gördüğü teknesi Yosun'u Tonguç Tokol adlı hiç tanımadığı genç bir Türk ile eşine hediye etti ve adını gönlümün kahramanlarının arasına altın harflerle yazdırdı. (Döndükten sonra internetten teknenin hediye edildiği Tonguç Tokol ne yapmış diye araştırdım. Marmaris'te yelken okulu açmış ve okulun reklamını yaptığı sitesinde kendisine teknesini bilabedel veren Eralp Abi'ye kuru bir teşekkürü çok görmüş. Teşekkür bir yana böyle bir olaydan hiç bahsetmemiş) Odanın borcunu akşamdan kapattım. Havaalanına gidiş ve havaalanı vergisi için 1000 peso ayırmıştım. Garson kızlara havaalanı vergisini sormak aklıma geldi. Manila’dan buraya uçarken kişi başı 200 peso ödemiştik. Buradan çıkış kişi başı 20 peso imiş ama hiç aklıma gelmeyen Manila dış hatlardan çıkış vergisi kişi başı 700 peso imiş. Kızlara otelde ummadığımız şekilde 6 gece kaldığımız için baştan pazarlık etmediğimi, ama bir indirimi hakketiğimizi söyledim. Gidip yaşlı Alman patrona sordular, % 10 indirin demiş.

 

 Manila’da bozdurduğumuz 700 dolar yetmediğinden 100 dolar daha bozdurdum. İnternetten banka kuruna bakıp % 5 altına bozdular. Havalanı servisi için rezervasyon yaptırdım (kişi başı 150 peso), bütün olası harcamaları hesaplayıp artan parayı bize bir hafta boyunca güleryüzle hizmet eden kızların bahşiş kutusuna attım. Sabah erkenden kalkıp toparlandık. Kurabiye ve mango ile kahvaltı ettik. Fiyatı biraz pahalı (Kilosu 3 lira. Diğer meyveler muz 1 lira/kg, ananas 2,5 lira/kg, karpuz 5 lira/tane) olmasına karşın buranın mangoları açık sarı renkte ve çok tatlı/kokulu. Uçuş saatinden 2 saat önce bizi alacak servisi beklemek için çantalarla yola çıktık. Garson kızlardan birisi de bizimle bekledi. Bir sürü minibüs geçti hepsi korna çaldı ama kız bunlar değil diye bindirmedi, bir iki defa cep telefonundan bekliyoruz diye aradı. Minibüs gelip de kız ön koltuğa şöförün yanına kurulunca işin aslı anlaşıldı. Havaalanında girişteki arama da çantaların elle dışarıdan yoklanması ve içlerine şöyle bir bakılmasından ibaretti. Yine de önümdeki adamın çantasındaki deklare etmediği tabancasını bulup emanete aldılar.

 

 Elle yazılmış biniş katlarımızı verdikten sonra çantalarımızın yanı sıra bizi de tartıp kaydettiler. (Yiyip yiyip yatmaktran bir haftada 2 kilo almışım) Kısa pisti gören salonda uçağın gelmesini bekledik. 6 gün önce bizi getiren uçak yine piste indi, yolcular boşalırken Filipinli pilot Mister No havasında piste inip uçağın sağını solunu kontrol etti.  

 Uçak indikten yarım saat sonra havalandı, tropik adaları seyrederken yarışmacı hostesin kokpitin önüne çıkmasıyla birlikte Neşe hemen pasaportları çıkarttı.


Deneyimli olduğumuzdan ilk soruyu (pasaport gösterme) biz kazandık, üzerinde Cebu Pasifik yazan ekmek torbasını kaptık.


  Manila’da domestik uçakların indiği Terminal 3’den Terminal 1’e gitmek için servise bindik (20 peso). Servis havaalanından çıktı, kenar mahallelerin ara sokaklarından geçip sıkışık trafikte 1 saat giderek tekrar havaalanına girdi. Kontrollerden geçip içeriye girdik.

 
 Daha check-in’in başlamasına 2 saat olduğundan ben yiyecek bir şeyler bulmak için dışarı çıktım. Havaalanının altındaki dolmuş otobüs duraklarından Sipao dedikleri pirinç böreği gibi bir şey ve su aldım, döndüm geldim. Kapıdaki polis memuru pasaportumu gösteremediğim (Neşe’de bıraktığım) için beni içeri almadı, dışarıdaki danışmaya gönderdi. Danışmadaki adam Neşe’nin adını becerebildiği kadar iki üç kez anons etti, böyle bir anons beklemeyen ve Can’a ödev yaptırmaya dalmış olan Neşe elbette ki duymadı. Ben sıcaktan bunalmış durumda gittikçe sinirlenmeye başladım, “Oğluma su almaya çıktım, çıkarken kimse pasaportsuz giremezsin diye uyarmadı, yazı da yoktu" dedim, Ayrıca anadilimde buraya yazılmayacak epeyce başka şeyler de söyledim. Sonuç? Tabii ki sıfır, Allahtan uçak saatine daha var! 
 
 Cama burnumu yaslayıp Neşe’yi görmeye çalıştım Danışmadaki çocuk Neşe’nin kalabalık dış hatlar terminalinde bulunduğu yeri, üzerindekini sordu. Tişörtünü ve kabaca bulunduğu yeri tarif ettim, içerdeki birine telsizle aktardı, çıkış kapısına gidip beklememi söyledi. Çıkış kapısındaki polisler ben kapıya yaklaştırmayıp giriş kapısına göndermeye çalışır ben de onlara hem İngilizce hem Türkçe mukabele edip direnirken Neşe göründü, pasaportumu verdi de gidip giriş kapısından girebildim.
 
 Çekinden sonra yeni bir sürprizle karşılaştık. Çıkış vergisi Busuanga’daki garson kızın dediği gibi 700 değil 750 peso imiş. Cebimdeki bütün bozuklukları falan topladım 2205 peso çıktı. Yanıma lazım olur diye aldığım bir dolarlık banknotu da 45 pesoya bozdurunca tam tapa bir şekilde Filipinler’den çıktık.
 
 Gümrüksüz bölgede banklara oturup uçaktan artan şarabı ve Busuanga’dan artan birayı içtik, çerez yedik, ücretsiz internet bankosunda vakit geçirdik.


Elbette özellikle Can! 

 
 Abu Dhabi’de bu sefer 3 saat bekleme vardı, ama giderkenki heyecan olmadığından her zamanki gibi daha zor geldi. Dönüş uçağımız yine THY uçuşu idi, İstanbul, İzmir derken bir de baktık adadaki odamızdan çıktıktan 32 saat sonra evimizin güvenli ve sıcak ortamındayız. İnsan böyle anlarda 36 saat önce dünyanın öbür ucunda bir adada olduğuna inanmakta zorlanıyor, rüya görmüşsün gibi geliyor.  
 Döndükten sonra Jetlag etkisini, kendisinden çok memnun kaldığımızdan (akşam erken yatıp sabahları hiç zorlanmadan 5’te kalkıp kuş sesi dinleyerek geniş geniş kahvaltı etme) düzeni bozmadan 15 gün kadar sürdürmeyi başardık.  
 Filipinler Tayland’a benzeyen, ancak Tayland’dan daha uzak, daha ucuz, daha çok insanın İngilizce konuştuğu sıcakkanlı insanların ülkesi.


Bütçe:


(3 kişi için 9 gün)


Uçak bileti 1370 euro


İç hat uçak biletleri 200 euro


Harcama 500 euro


TOTAL: 2100 euro (kişi başı 700 euro)





Kitap:


Türkan Saylan Güneş Umuttan Şimdi Doğar


Eralp Akkoyunlu Deniz çingenesi *Etihad ile THY Star Alliance’da ortak değillermiş. Sadece THY ile uçtuğumuz miller sayılıyormuş.

1 comment:

  1. 15 Günlük filipinler gezisi planlıyoruz. iç hatlarda 4 saat önceden havaalanında bekleme mevzusuna takıldım..Başka hiçbiryerde bu bilgiyi okumadım..Acaba benmi yanlış anladım.
    Nihat KÖKLÜ Dalyan - MUĞLA

    ReplyDelete